Bu soru CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun "Suriyelileri geri göndermek" için söyledikleri ve ABD vakfı tarafından fonlanan haber siteleri üzerine zihnimde belirdi. Cevabını aramak ise son dönem Türk siyasetinin ufak bir muhasebesini yapmayı zorunlu kılıyor. AK Parti iktidarında öne çıkan üç unsur, siyasi hayatımızda kalıcı tesir bıraktı. Elbette 2023 seçimlerine doğru ekonominin durumu, kararsız seçmenler, gençler, sistem tartışmaları, HDP'nin kapatılması davası ve mülteciler gibi konular öne çıkacak. Ancak bu konuların hepsi ve muhtemel yeni sorunlar, söz konusu üç unsura referansla değerlendirilecek.
İlki, ülkemizin geleceğini seçilmiş siyasetçinin belirlemesi.
İkincisi, Türkiye'nin uluslararası sistemdeki aktörlük iddiası.
Üçüncüsü, Batı ile ilişkilerin değişen mahiyeti.
Vesayeti bitiren siyasetin önceliği
Türk demokrasisinin içte ve dışta vesayetle mücadele ederek milli iradenin tecellisini sağlaması çok zorlu bir süreçten geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kırk yıla yakın siyasi hayatının dönemsel incelemesi bu zorlu süreci özetlemekte.
Darbecilere, paralel yapılara ve büyük güçlerin aparatlarına karşı verilen bu mücadele siyasetimizi geriye dönülemez şekilde dönüştürdü. İç ve dış vesayet denemeleri elbette olabilir, ama milletimizin bağımsızlık iradesi karşısında kalıcı olamazlar.
Her türlü vesayetten kurtarılmış siyasetin adı Cumhur İttifakı tarafında "yerli-milli duruştur". CHP ise buna "Kuvayı Milliye" söylemi ile cevap verme çabasında. Ancak Kılıçdaroğlu yönetiminde kimlik ve ideoloji konularında "bilinçle silikleştirme" yaşayan CHP'nin bu söylemin içini doldurması pek mümkün görünmüyor. Dışarıda Türkiye'nin ortak güvenlik ve dış politika konularında sessiz kalırken içeride HDP'ye olan bağımlılığını aşamıyor.
Başat gerçeklik: Aktörlük iddiamız
Erdoğan'ın uzun yıllar süren iktidardaki liderliğinin en büyük yansıması dış politikada oldu. Kriz yönetimi ve diplomasi alanlarında çok şeyin başını ve sonunu gördü. ABD ve AB başta olmak üzere "müttefiklerin" verdikleri sözleri ve somut politikalarını karşılaştırabilecek bir tecrübeyi deneyimledi. Dört ABD başkanı ve çok sayıda değişen Avrupa lideri ile çalıştı. Erdoğan, Türkiye'yi uluslararası sistemde etkili ve iddialı bir aktör haline getirdi. Milli çıkarları temin için büyük güçlerle gerilimi de göze aldı, riskli konulara da girdi, yeni başlangıçlar yapma esnekliğini de gösterdi.
Suriye, Irak, Libya, Doğu Akdeniz, Dağlık Karabağ, Somali ve Afganistan dosyaları ancak bu siyaset tarzı ile anlaşılabilir.
Aktörlük iddiamız asla nostaljik bir imparatorluk ya da hegemonya arayışı değil. Yakın coğrafyamızın tehditleri ile uğraşmanın kaçınılmaz yolu.
Libya'da olmazsanız, Doğu Akdeniz'de Antalya Körfezi'ne hapsedilirsiniz. Afganistan denkleminde olmazsanız, ABD sonrası Afganistan'ın getireceği (mülteciler dahil) sorunlarla uğraşamazsınız.
Batı ile yeni ilişkilerden geri dönüş olamaz
Türkiye'nin ABD ve AB ile ilişkileri klasik "müttefiklik" anlayışından uzaklaştı. Bu durumun sebebi, ABD ve AB'nin Suriye, PKK, FETÖ, mülteciler ve diğer güvenlik konularındaki politikalarının milli çıkarlarımıza aykırı olmasıdır.
Ankara'yı "uysal ve pasif" bir müttefik olarak görmekten vazgeçmemeleridir. Türkiye'nin aktörlük hamlelerinin bazılarının onların yerleşik çıkarlarını rahatsız etmesidir. Uluslararası sistem bir süredir büyük güçlerin hem rekabet hem de işbirliği yaptığı yeni bir dönemin içinde. Bu sebeple Türkiye, Batı başkentleri ile hep "çetin müzakere" yürütmekte ve yakın gelecekte de bu durum değişmeyecek. Batı başkentlerinin Erdoğan'a "konuşulamaz, zor Türk" muamelesi yapması da işte bu yüzden. Son sözüm, 2013 Gezi olaylarından itibaren ülkemizde yoğun bir şekilde "Erdoğan düştü, düşüyor" edebiyatı üreten muhalif medyaya. Her kriz ve seçim sonrasında yanlışlanan analiz formatındaki kehanetlerinize devam edebilirsiniz. Ancak ABD dahil Batı demokrasilerinde dışarıdan fon alan medya "yabancı fonlu basın" olarak kodlanır.
Sürekli iktidarı eleştirmekte kullanılan yabancı fonlar "bağımsız ve tarafsız" medyaya değil, başka bir başkentin politika gündemine su taşır.