Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi'nde alan birisi olarak daha ilk günden rektör atamasına verilen tepkilerin hızla başka bir denkleme gidebileceği uyarısında bulunmuştum. Tartışma dışarıdan bir öğretim üyesinin rektör atanması konusu olmaktan öteye geçti. ABD ve AB'den gelen "endişe" açıklamaları ve onlara verilen tepkilerle artık çok katmanlı bir "mesele" ile yüz yüzeyiz. İlk katman, üniversitelerin yönetimi konusu. Cumhurbaşkanının diğer üniversitelere olduğu gibi Boğaziçi Üniversitesi'ne de rektör ataması yasal sürece uygun. Buna "gelenek" adına karşı çıkan bazı Boğaziçililer demokratik protesto hakkını kullanarak eylemde bulundular. Geçmişte rektörlerin seçimle gelmesinin akademisyenleri ne kadar aşırı politize ve sekter konuma düşürdüğünü gördük. Yeni "atama" usulüyle devlet üniversitelerinde bir yandan rektörün idari görevine dikkat çeken diğer yandan üniversite özerkliğini yönetim kurulu, senato, dekanlıklar, bölümler ve akademisyenlerin özgür araştırma alanları ile koruyan bir modeli uyguluyoruz. Üniversite sistemimizde rektör nasıl belirlenmeli konusunu yeni öneri ve eleştirilerle tartışabilirdik.
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz
Radikaller protestoları esir alıyor
Ancak hızla ikinci katmana, Boğaziçi Üniversitesi'nin kendisini tartışmaya geçtik. Atanan rektörün çalışmasını imkânsız hale getiren öğretim üyesi direnci ve bazı öğrencilerin protestoları Boğaziçi'nin seçkinciliğini, kalite ve özgünlük iddialarını gündeme taşıdı. Protestoların kısa sürede radikal gruplar tarafından esir alınması Boğaziçi Üniversitesi'nin kendisini tartışılır hale getirdi. Belirli dünya görüşlerine sahip öğretim üyelerinin Boğaziçi'ni "kurtarılmış bölge" görme eğilimi, aşırı elitizmin getirdiği yabancılaşma ve özgürlük iddiaları altındaki yaygın mahalle baskısı konuşuldu. Kamu kaynağı kullanan diğer devlet üniversitelerinden bir ayrıcalığı olmadığına dikkat çekildi. Protestolar sırasında Kâbe sembolüne yapılan saygısızlık, buna tepki veren öğrencilerin fişlenmesi, bazı partilerin il örgütlerinin desteği, rektörlük binasına işgale yeltenen protestocular ve terör örgütü iltisaklıların hamleleri ile üçüncü bir katman oluştu. Artık Boğaziçi özelinde radikalleşme ve protestolar genelinde ise provokasyon, polis müdahalesi ve ikinci Gezi ihtimalini konuşuyoruz. Dördüncü katman ise dış dünyanın Türkiye algısı ve gelen eleştirilerle demokrasi tartışması.
İkinci Gezi çıkar mı?
Baştan söyleyeyim, Boğaziçi protestolarından ikinci bir Gezi çıkmayacağı görüşündeyim. Hem iktidar 2013'ten bu yana çok sayıda protesto ve türbülansı yönettiği için hazırlıklı. Hem de muhalefet, öğrencilerin sırtından sokakları hareketlendirmenin getireceği radikalleşmenin kendilerini vuracağının farkında. Dahası, son yıllarda Fransa, Almanya ve ABD başta olmak üzere protestoların dünyada kısa sürede nasıl radikal grupların tarafından çalındığını biliyoruz. Paris'te Sarı Yeleklilere polisin müdahalesi ya da Washington'daki 6 Ocak Kongre baskınının "darbe girişimi, kalkışma ve hatta terör eylemi" olarak görülmesi hâlâ zihinlerde. Yani, protestoların içerden ya da dışardan birtakım eller tarafından radikalleştirilmesi ve sonra uluslararası algı için kullanılması tüm başkentlerin gündeminde. Bu sebeple "devletin gücünü sınamayın" uyarısı elbette Boğaziçi öğrencilerine değil provokasyon peşindekilere gözdağıdır. 12 Eylül ya da 28 Şubat dili değildir. Öğrenciye değil provokatörlere karşı "devlet gücü" gösterilmektedir.
Demokrasi dersi vermek!
Protestoların hangi noktadan sonra güvenlik sorunu ürettiği dünya demokrasilerinin yeni tartışma konusudur. Boğaziçi protestolarından ikinci Gezi hayali çıkarmak isteyenler sadece üniversitelere ve öğrencilerimize zarar verirler. Eğitimi bitiren bir radikalleşme tehlikesine önce Boğaziçili öğretim üyeleri ve öğrencileri karşı çıkmalı. Türkiye'ye demokrasi dersi vermeye kalkan Batı başkentlerinin ise sadece birkaç aylık geçmişlerine bakmalarının faydalı olacağı kanaatindeyim.