Kovid-19 ile mücadelede zaman geçtikçe salgının ihtilafları çözmediğini görmekle kalmıyoruz. Yeni rekabetleri, çatışmaları getirecek bir döneme gittiğimizi de idrak ediyoruz. Pandemiler tarih boyunca birçok krizi tetikledi. Bu pandeminin, sağlıktan sonra tetiklediği en önemli kriz alanı elbette ekonomi. ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere her aktör artan işsizlik ve azalan ticaretin olumsuz sonuçlarını yönetme derdinde. Ancak bu çabalara eşlik eden, yeni olmasa da raydan çıkma işaretleri veren bir savaş daha var. O da başkalarının virüsle mücadelesini kötülerken kendisininkini savunan yoğun propaganda savaşı. Yani sağlık sistemi performansıyla başlayan kapışma, ekonomi, liderler, rejimler, kamu diplomasisi ve aktörlerine uzanan bir savaşa dönüşüyor. Bu kavganın büyüğü Çin ve ABD arasında; demokrasiler ile otoriter rejimler arasında.
Kapışma Propaganda ile Kalmaz
Bugünlerde 40 bini bulan ölümler sebebiyle ABD ve hatta Çin yatırımlarına muhtaç olan Avrupa ülkeleri kapışmayı sadece propaganda düzeyinde bırakmayabilir. Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un eleştirisinden sonra şimdi de Alman medyası virüsün olası ekonomik maliyetine dair rakamlar vermeye başladı. Yüz milyar dolarlar havada uçuşuyor. Çin'i suçlamak Başkan Trump'ın seçim malzemesi olmakla sınırlı kalmayacak gibi. ABD müesses nizamının bu kadar insanının ölümünde sorumlu gördüğü Çin'i affetmesini beklememeliyiz. Propaganda ile başladı ekonomi ve diğer güç rekabeti alanları ile devam edecek. Böylesi bir ortamda gerçeklik ile algılar arasındaki o karmaşık ilişki daha da sorunlu bir yere gidiyor. Bir örnek de Türkiye üzerine yapılan propaganda savaşından vereyim.
Virüs Yeni Bir Malzeme Oldu
Batı medyası bizi şaşırtmıyor. Türkiye'nin virüsle mücadelesini Erdoğan karşıtlığı temelinde ele alan negatif bir söylemle değerlendiriyor. Hem de vaka sayısında ve ölüm oranlarında Türkiye, Avrupa ülkelerinden daha iyi bir noktada olmasına rağmen... Türkiye ve Erdoğan karşıtlığı virüs bahanesiyle yeniden ve yeniden üretiliyor. Batı medyasında "Sultanın Çifte krizi", Erdoğan'ın Kaos Yönetimi" ve "Erdoğan'ın Ölümcül Kriz Yönetimi: Mutlak Hükümdarlığın sınırları" gibi başlıklardan geçilmiyor. Ankara'nın ülke ayırt etmeksizin tıbbi yardımda bulunmasını da "maske diplomasisi" diyerek etiketleme gayreti de cabası. Elbette, Türkiye'nin Avrupa ülkelerine gönderdiği tıbbi yardımını neden "güçlü" Almanya'nın yapmadığını hatta başkalarının malzemesine el koyduğunu ise görmezden geliyorlar.
Mesele, İletişim Başkanı Altun Değil
Salgın sırasında ve sonrasında propaganda kapışmasının iç siyasette daha yoğunlaşmasını beklemeliyiz. Seçim dönemdekine benzer nokta atışlı ve yalan habere dayalı propaganda operasyonları yine hız kazandı. Sıklıkla virüsten ölenlerin sayısının saklandığı iddiaları gündeme getiriliyor. Ne yazık ki virüs ortamı sadece infodemiyi (salgınla ilgili yalan haberleri) yaygınlaştırmıyor. Siyasi algı kampanyalarına da hız veriyor. "Bu ortamda her türlü yalan haber tutar" mantığıyla CHP ve medyası cumhurbaşkanlığı sistemini ve Erdoğan ile yakın çalışanları hedef almakta ısrarcı. Virüsle mücadele döneminde Başkan Erdoğan'a artan desteğin altını oymak için buldukları yöntem bu: Erdoğan'ın ailesine, çevresine ve sivil toplumdaki aktif kurumlara itibar suikasti yapmak. En çok da yeni sistemin öne çıkan kurumunu yöneten İletişim Başkanı Fahretttin Altun ve ailesine saldırmayı değerli buluyorlar. Kaşıkçı hadisesinden Barış Pınarı Harekâtına ve virüsle mücadeleye kadar birçok krizde kamu diplomasisini etkin şekilde yürüttüğü için Altun, propaganda kampanyasının hedefine oturtuluyor. Birlikte çalışma onuruna kavuştuğum Fahrettin Altun'un, inandığını savunmada hiçbir kampanyayı, yalanı umursamayacağını iyi biliyorum. Meselenin Altun olmadığını bilerek Erdoğan'ın milli-yerli mücadelesine katkı için daha büyük bir motivasyonla çalışacaktır.