Büyükada tutuklamaları ile Türk-Alman ilişkilerindeki gerilim yeni bir aşamaya geçti. Perşembe günü Alman Dışişleri Bakanı Gabriel, bu son olayla "sabırlarının taştığını" söyledi. Türkiye'ye yönelik politikalarına "yeni bir yön" vereceklerini açıkladı.
İktidar (CDU) ve muhalefetin (SPD) şansölye adayları ile görüştükten sonra yaptığı açıklamada Gabriel, "ekonomik olarak cezalandırma" uygulamalarını ve tehditlerini sıraladı. Türkiye'ye seyahat uyarısını sertleştirdi. İhracat kredilerinin ve AB mali yardımlarının yeniden gözden geçirilmesi gündemde.
Alman abasının altında Türkiye'ye gösterilen sopa başka alanlara da uzanıyor. Ortak savunma projelerinin askıya alınması, Gümrük Birliği'nin güncellenmesinin ertelenmesi de ima ediliyor. Eylül seçimleri öncesi Alman siyasetinin tamamını kapsayan bu tepki "Erdoğan'a daha ne kadar sabredeceğiz" sorusunun cevabı.
Böylece Alman medyasına göre "Erdoğan'a zayıf davranmakla" suçlanan Merkel hükümeti "nihayet despota karşı harekete geçti." Gabriel'in Türkiye'ye karşı bulduğu etiketleme "Avrupa değerlerinden uzaklaşma," çözüm önerisi de Türkiye'nin "bu değerlere" dönmesi. Ankara'nın Berlin'e cevabı ise "şantajlara boyun eğilmeyeceği" ve yapılanların "dostluk, müttefiklik" ile bağdaşmadığı.
Aslında 2013 Gezi olaylarından bu yana Ankara-Berlin hattındaki "müttefiklik" ilişkisi kötüye gidiyor. Mesele, Balkanlar'daki nüfuz yarışı ya da havayolları alanındaki rekabet olmaktan çok öte bir yere vardı. İç siyasetleri birbirine yakından bağlı iki ülke kıyasıya bir mücadele ortamına girdi.
15 Temmuz sonrasında ve 16 Nisan referandum sürecinde ilişkilerdeki gerilim daha da arttı. Bugün gelinen noktada, iki ülke, Avusturya ya da Yunanistan üzerinden kapışmanın sınırları da aştı. Bıçak kemiğe dayandı; doğrudan ekonomik yaptırım ve AB süreci konuşuluyor...
Berlin, tutuklanan Alman vatandaşlarının, üslerde ziyaret edemediği askerlerinin derdinde. Ancak Ankara'nın kaygıları daha büyük. Berlin ve liderliğindeki Avrupa başkentlerinin Türkiye'nin savaştığı terör örgütü (PKK, DHKP-C ve FETÖ) mensuplarının "üssüne" dönüşmesinden muzdarip. Ankara'nın gözünde bu tutum AB ve NATO müttefikliğinin içini boşaltmak, hatta dostluk adı altında "hasımlık."
Almanya, Türkiye'nin Suriye-Irak iç savaşlarından gördüğü çok boyutlu zararlara duyarsız kalmakla yetinmiyor. Terörle mücadele gibi temel bir "Avrupa değerini" hiçe saymaya devam ediyor. Ve yetmezmiş gibi Türkiye'nin terörle mücadelesini de sadece bazı Avrupalıların menfaatine çalışan "Avrupa değerleri" adına "diktatörleşme" olarak mahkûm ediyor. Halbuki Batı ittifakının ve değerlerinin krizde olduğu bir dönemde Türkiye'yi "NATO ittifakının çıkarlarını ya da değerlerini erozyona" uğratmakla suçlamak da faydasız. Kaldı ki hem bu değerleri hem de müttefikliği anlamsız hale getirenin aslında Batı başkentleri olduğu kanaati Türkiye kamuoyunda oldukça güçlü.
Yine, NSU cinayetlerini on yıldır aydınlatamayan Almanya'nın "hukuk devleti" uyarısı etkili olmaz. Bu sebeple "Erdoğan'a daha sert vurmak" Türkiye'yi AB etkisinden daha fazla uzaklaştırmak, içe kapanmaya zorlamak demek.
Gerilimin artmasının iki ülkeye de zarar vereceği aşikâr. Erdoğan'ı "diktatör" ilan eden söylemin Alman milli gururunun bir parçası haline getirilmesi tüm Alman siyasetçilerini sıkıştırıyor artık. Güçlü Alman firmalarının Türkiye karşıtı lobilerin söyleminin Alman iç siyasetini belirler hale gelmesine karşı harekete geçme zamanı çoktan geldi, geçiyor. Zira İran ve geniş Ortadoğu pazarına Türk işadamları ile birlikte açılmak varken mevcut ortak menfaatleri bile tehlikeye atmanın saçmalığını en iyi onlar bilir.
Kuşkusuz, Erdoğan'ı açıktan suçlamak eylül seçimlerinde Alman siyasetçilerine oy getirebilir. Ancak "ekonomik yaptırım" adımı iki ülke ilişkilerinin zaten sıkıntılı olan stratejik seyrini onarılamaz şekilde tahrip eder. Türkiye'nin ekonomik krizi, Balkanlar'ın ve Avrupa'nın da mülteci, güvenlik ve istikrar krizi demek.