Referandum kampanyasının iki cenahında da bir yumuşama gözlemleniyor. "Ülkenin bölünmesi", "karanlık rejim değişikliği" ve "teröristlerle aynı safta olmak" gibi söylemler yerini güven veren, olumlu cümlelere bırakıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan CHP ve HDP tabanına da seslenerek "bu büyük tarihi reformda bir konsolidasyona gidelim" çağrısında bulunuyor. Başbakan Yıldırım da "evet de hayır da ülkeyi bölmez; hayır çıkarsa yolumuza devam ederiz" mesajını veriyor.
HDP bir süredir siyaseten marjinal konumda olduğu için "hayır" blokunun liderliğini yürüten CHP yeni bir argümanı işliyor: "Bizim derdimiz Erdoğan değil. Bu sistemle bir diktatör gelip her istediğini yapar."
Sanki uzun zamandır tükettiği Erdoğan karşıtlığı sermayesini tümüyle terk etmiş gibi. Bu yeni durum demokratik rekabetin olgunluğu açısından sevinilmesi gereken bir gelişme olarak görülebilir. Ne de olsa "evet" ve "hayır" oyları milli iradenin tecellisi olacak. Ancak bu yumuşamanın kararsızları etkilemeye ve rakip bloğu rehavete itmeye yönelik taktiksel bir eğilim olduğu ortada.
Referandum kampanya sürecinin tamamında bu taktiğin devam edeceği de beklenmemeli. Yaklaşık 7 haftalık bir sürecin ilk aşamasındaki bu yumuşamanın yerini ileriki haftalarda daha sert bir dile bırakmasını beklemeliyiz. Son aşamada kararsızları netleştirmek için daha güvenlikçi argümanlar öne çıkacaktır.
CHP'nin dilini yumuşatmasının amacı AK Parti ve MHP tabanındaki kararsızların şüphesini derinleştirmek ve usulca hayır tercihine çekebilmek. Kaldı ki kutuplaşma şimdiye kadar hiçbir seçimde CHP'nin işine yaramadı. Dahası, "şahıs yerine sistem" üzerinden ifade edilen eleştirilerin hem "kaygılı" AK Partili elitlere hem de Erdoğan'ı seven tabana aynı anda ulaşabileceği hesap ediliyor. İlk grup için cumhurbaşkanlığı sisteminde "denge ve denetlemenin olmadığı" öne çıkarılırken ikinci gruba "ya Erdoğan sonrası ne olacak?" kaygısı aşılanmaya gayret ediliyor. Bu kaygının rahatlatıcı ek bir söylemi de mevcut: "Hayır çıksa da AK Parti iktidar zaten..."
CHP İstanbul Milletvekili Akif Hamzaçebi'nin "AK Partililer Erdoğan başkan olsun diye bu sistemi destekliyor olabilir ama dikkat etsinler, seçimin sonucunda Türkiye bir laik diktatörle de tanışabilir" argümanı buna güzel bir örnek. Yapılmak istenen Erdoğan'ı ve sistemi dönüştürme idealini doğrudan değil dolaylı olarak hedef almak. Dahası, bu argümanlar AK Parti içinde "sessiz hayırcılar" tartışması çıkarabilecek güçte.
Hem referandum sürecinde AK Parti'nin evetçi oylarının konsolidasyonunu engelleme hem de referandum sonrası parti içi bütünlüğe zarar verme etkisinde bulunabilir. AK Parti'nin muhalefetin bu ikircikli, yumuşak söylemini karşılayacak kuşatıcı bir seferberliğe ihtiyacı var.
"Şahıs değil, sistem" tartışması da yanıltıcı olmamalı. Elbette, Cumhurbaşkanlığı sistemi Erdoğan'ın şahsı için istenmiyor. Mevcut sistemin krizlerini, vesayeti aşmak için milletin önünde... Ancak bu dönüşüm anlatılırken Erdoğan faktörü de iyi konumlandırılmalı.
Demokrasi tarihimizde anayasaları sivillerin değil, bürokratların yazdığı unutulmamalı. Bu kadar kapsamlı bir değişiklik de ilk defa siviller eliyle gerçekleşiyor. Erdoğan'ın iktidar konsolidasyonu olmasa siyaset kurumunun bu genişlikte bir değişimi yapması mümkün değildi. Ve cumhurbaşkanlığı sistemi de Erdoğan'ın liderliği sayesinde kurumsallaştırılabilir. Bu kurumsallaşma sağlandığında da yüzde 50'yi alan hiçbir siyasetçinin diktatörleşme ihtimalinin olmayacağı bir yerde olacağız.
CHP'nin laikçi uygulamaları otoriter tek parti döneminin eseriydi. Çok partili hayatta tek başına iktidar olma şansını hiç yakalayamayan CHP'nin önerdiği adayın cumhurbaşkanlığı sisteminde başa geçmesi için muhafazakâr seçmenlerin taleplerine seslenmesi gerekiyor. Bu da siyasetin mimarisinin geri dönülemez şekilde dönüşmesi demek vesselam.