Cumhurbaşkanı Erdoğan Körfez ülkeleri seyahati öncesi basın toplantısında Suriye politikasının hedeflerini ve çerçevesini açıkladı. El Bab'ın düşmek üzere olduğunu, yeni hedefin ise Rakka ve Menbiç olacağını belirtti.
Zira "nihai hedef El Bab değil, bölgenin Deaş'tan temizlenmesi." Çerçeve ise Kuzey Suriye'de 4-5 bin kilometrekarelik terörden arındırılmış güvenli bir bölgenin kurulması ve uçuşa yasak hale getirilmesi.
Kurulacak milli ordu ile de yerli halkın bu bölgeye yerleştirilmesi.
Erdoğan'ın ABD, Rusya ve Almanya ile paylaştığını söylediği bu önerinin "iddialı" olduğu ortada. Ancak 3-4 yıldır Türkiye'nin yaşadığı sorunların temelindeki kriz olan Suriye iç savaşında sahada etkin olmaktan başka bir çıkış yolu bulunmuyor.
Bu yol, birden çok aktörün çelişen menfaatleri arasında bir koordinasyon gerektiriyor.
Öncelikle elbette ABD ve Rusya arasında.
Erdoğan, Deaş ile mücadele konusunun Trump ile Putin arasında muhtemel ilk işbirliği alanı olacağını hesaplıyor. Ve Deaş karşısında Türkiye'nin sahada etkili olmasının müzakere gücünü artıracağını ve dahası YPG hakkında söylenen "ama savaşta sadece onlar etkili" argümanını boşa çıkaracağını görüyor.
Ayrıca 4-5 bin kilometrekarelik "güvenli bölgenin" kurulmasında çok yönlü avantajlar bulunuyor: Deaş'ın temizlenmesi, ÖSO'nun Astana ve Cenevre masasında aktör olarak kalabilmesi, YPG tehdidinin sınırlandırılması ve belki tümüyle tasfiyesi, göçmen sorununun kısmi çözümü ve Esed rejiminin ılımlı muhalefetle siyasi geçiş sürecini sekteye uğratmaması gibi.
Rakka ve Menbiç hedefi Suriye'de Türkiye'nin kendi politikasındaki ısrarını gösteriyor.
Rusya ve ABD ile aranan mutabakatın ve koordinasyonun ise zorlu bir süreç olacağı malum. El Bab'da Türk askerlerinin Rus uçaklarınca vurulması ve yaşanan "koordinasyon" tartışması buna bir örnek. Yine Esed rejiminin Türkiye destekli ÖSO güçlerinin ilerlemesinden duyacağı rahatsızlıkla YPG ile daha derin işbirliğine gitmesi muhtemel.
Bütün bu saha değerlendirmelerinin yanında asıl değişim Trump yönetiminin Ortadoğu politikasının şekillenmesiyle yaşanabilir.
"Deaş ile mücadele" ve "İran'ı sınırlandırmayı" iki hedef olarak belirleyen Trump yönetimi hâlâ kendi içinde bütünlüklü bir ekip olamadı.
Trump'ın Körfez ülkeleri ile yaptığı telefon görüşmelerinden İran'ı sınırlandırma çabasını Yemen'den başlatacağı anlaşılıyor. Bir başarı hikâyesi yazmak ve Körfez'e işbirliği konusundaki kararlılığını göstermek için.
Denklemin püf noktası ise Suriye ve Irak'ta. ABD'nin Suriye'de Rusya ile yürütmesi gereken bir pazarlık var. Irak'ta ise kolay gibi görünen zorlu bir meydan okuma bulunuyor. Irak Hükümeti ile nasıl gerçekleştirileceği belirsiz bir "İran'dan ayrıştırma süreci" lazım. Ancak eninde sonunda Trump'ın bölge politikası yeni bir jeopolitik dalga oluşturacak yönde gidiyor.
Gelen yeni jeopolitik dalgadan sahada güçlü durabilen devletlerin istifade edebileceğini, ya da daha az zarar göreceğini, söyleyebilirim. Erdoğan'ın hem "Rakka ve Menbiç" açıklamasını hem de Bahreyn- Katar- Suudi Arabistan seyahatini gelen döneme "hazırlık" olarak görüyorum.
Nitekim Erdoğan, Bahreyn'de IPI (International Peace Institute) konuşmasında Körfez İşbirliği Konseyi'ni Suriye ve Filistin meselesi dahil bölgesel sorunlar için elini taşın altına koymaya çağırdı. Formül "bölge ülkelerinin kendi sorunlarını çözmek için aktif işbirliği" içinde olması.
Trump'ın Körfez ülkelerini İran'a karşı birleştireceğinden bahsedilen bir ortamda bu çağrı Türkiye'nin bölgesel düzlemde aktif inisiyatif alacağını gösteriyor. Ancak Erdoğan'ın "bölge ülkelerinin kendi geleceklerine sahip çıkması" uyarısı tarihi önemde.
Körfez için her şeyi ABD'ye havale etmek çözüm değil. Trump döneminin getireceği bölgesel kaosu aşmak için güçlü aktörlük ve işbirliği kaçınılmaz.