Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya akını 2008 finansal krizinden bu yana AB'nin en önemli sorunu haline geldi. Kendisi de 2. Dünya Savaşı'nın Avrupa'da yarattığı derin krize cevap teşkil eden AB, mülteci konusunu çözmekte zorlanıyor. Bu zorluğun en temel sebebi AB'nin kapsamlı bir Suriye ve mülteciler politikasının olmaması.
AB'nin yakın coğrafyasında (Kuzey Afrika, Balkanlar ve Ortadoğu) demokratik- istikrarlı yönetimlerin olması Birliğin geleceğinde kritik öneme sahip.
Güvenlik sorunlarından mülteci akımına kadar birçok tehlikeyi önlemek ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Bu amaçla AB'nin etrafındaki ülkelerde, Akdeniz başta olmak üzere, "demokrasi promosyonu" bir hedef olarak çok konuşuldu ve çeşitli sivil toplum projeleri yürütüldü. Ancak Arap isyanları Suriye durağında büyük bir insani trajediye dönüştüğünde AB, krizin başka aktörlerce çözülmesini umarak sessiz kaldı. Yabancı savaşçılar tehdidi daha fazla güvenlik önlemi ile savuşturulmaya çalışıldı. ABD'nin Suriye krizini "bölge aktörleri çözsün" yaklaşımı ise iç savaşı daha da derinleştirdi.
Yine Rusya'nın geçen sene eylülde müdahalesiyle Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya akını Putin'in Avrupa'yı ve Almanya'yı sıkıştırma politikasına dönüştü. Böylece, Balkanlar'ı ve Doğu Avrupa'yı çok yönlü bir krize sürükleyen "kara delik" haline geldi.
Bu kriz karşısında AB üyeleri 1 milyonu aşkın mülteciyi kendi arasında dağıtabilecek bir politika bile üretemedi. Avusturya, Macaristan ve Balkan ülkeleri çözümü, "Balkanlar güzergâhını kapatmak" olarak görme noktasına geldiler. Ancak bunun "Yunanistan'ı çökertebilecek bir adım" olacağı ortada.
Avrupa'nın mülteci kriziyle yüzleşmede en rasyonel konumda olan Merkel yönetimindeki Almanya. Merkel'in iç ve dış kamuoyundaki eleştirileri göğüsleyerek hem de seçim zamanı, Türkiye ile işbirliğini öncelemesi Almanya'nın "aydınlanmış milli menfaatlerini" koruma gayesiyle irtibatlı.
Geçen pazartesi Brüksel'deki AB- Türkiye zirvesinde Başbakan Davutoğlu'nun getirdiği yeni önerilere sıcak bakması ve bunları savunması da söz konusu farkındalığın tezahürü. Önümüzdeki pazar üç eyalette seçimlere gidilirken Merkel, muhafazakârlardan sol ve yeşil kesimlere kadar bu politikası sebebiyle eleştiri altında. Hatta mesele Avrupa'nın "değerleri ve çıkarları" söylemlerinin ironisi eşliğinde tartışılıyor.
Avrupa Parlamentosu Liberaller ve Demokratlar İttifakı Grubu Başkanı Guy Verhofstadt, Türkiye'yle mutabakata varılan göçmen anlaşmasını toptan bir "Avrupa sorgulamasına" çevirdi. Verhofstadt'a göre "Avrupa değerlerine ihanet etmemeli" ve "Erdoğan'ın zehirli kadehinden" içmemeli.
Bunun yerine "samimi bir Avrupalı yaklaşımıyla" ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ile işbirliği içinde kendi politikasını geliştirmeli.
Ve Suriye'de "siyasi bir çözüm sağlamak için daha fazla çalışılmalı" ve Rusya'ya yönelik "AB yaptırımları artırılmalı."
Öte yandan Almanya'nın mülteci krizinden sorumlu bakanı Altmaier, "Türkiye'nin sığınmacı krizindeki tutumunun birçok AB ülkesinden daha Avrupalı olduğunu" söyleyerek varılan mutabakatı "insani" yönüyle de savundu. Bakmayın bu "Avrupalı değerler" ve "Türkiye'de otoriterleşme" tartışmasına. Meselenin özü, Ortadoğu'daki kaosun Türkiye ile birlikte yönetilmesi gerektiğinin AB tarafından nihayet anlaşılmasıdır. Şimdilik en azından mülteciler boyutuyla.
İşte Türkiye de AB'nin "acil ihtiyaçlarını" kendi öncelikleri ile harmanlayarak "insan kaçakçılığını" düzenli bir "mülteci politikasına" çevirmeye çalışıyor.
"Avrupa'nın değerleri" tartışması AB içinde siyasetçilerin polemik konusu olmaktan öte gidemez. Bu söylemin jeopolitik çıkarları örtmekten ve Türkiye'yi baskılamaktan başka bir anlamı olmadığını bilecek kadar çok şey yaşadık son dönemde.
Sadece Suriye'deki trajedi karşısındaki AB umarsızlığı bile oldukça öğreticiydi.