Amerikan başkanları, doktrinleri ve yönetimlerinden geriye bıraktıkları mirasla anılırlar. Hem ABD iç siyasetinde hem dünya kamuoyunda. Bir süper gücün yöneticisi söz konusu olunca ABD başkanlarının performansını değerlendirmek ister istemez tüm dünyanın gündemi oluyor. Bu sebeple II. Dünya Savaşı'ndan sonra ama özellikle Soğuk Savaş'ın bitimiyle Ortadoğu'daki elitlerin de halkların da bir kulağı hep Washington'dadır.
Arap isyanları sonrası bölgenin geleceğine hükmedecek kararları vermesi (ya da vermemesi mi demeliyim) sebebiyle kuşkusuz Başkan Obama en tartışmalı başkanların başında gelir. Entelektüel kişiliği ve iyi hatipliği en takdir edilen yanları. ABD ekonomisini toparlaması ve sağlık meselesi başta olmak üzere iç sorunlara odaklanması da olumlu bulunuyor. Ancak Nobel ödülü alarak başladığı yönetimi boyunca yürüttüğü Ortadoğu politikası en çok eleştiri aldığı husus.
En çok da İslam dünyasında... 2009'daki Ankara ve Kahire konuşmalarında Müslümanlarda uyandırdığı heyecanı karşılıksız bıraktığı yönünde... Arap isyanlarının getirdiği bölgesel kaosa Obama'nın verdiği tepki kimilerince kararsızlık ya da ABD'nin süper güç olma karizmasını çizdirmek olarak görülebilir. Ben bu kanaatte değilim. Aksine Obama iyi düşünülmüş, belirli bir politikayı titizlikle uyguladı.
Kendisinden önce ABD'nın aşırı "genişlemiş bir imparatorluk siyaseti" yürüttüğünü düşündü. Hedefini, ABD'yi "dünyanın jandarması olmadan lideri olarak" tutmak şeklinde koydu. Ortadoğu'ya artık petrol bağımlılığı kalmayan ülkesini, "başarısız" devletleri yeniden ayağa kaldırma sorumluluğuna sokmamakta kararlıydı. ABD'yi Irak bataklığından çıkaran başkan olarak Ortadoğu'nun sorunlarına minimum düzeyde angaje olmayı bilinçli olarak tercih etti. Görev, el-Kaide, Nusra Cephesi ve DAİŞ gibi örgütlere yönelik terörizmle mücadele ile sınırlanmalıydı. Libya krizindeki müdahalesi de sınırlıydı; Yemen ve Suriye'de de tavrı aynı oldu. Bölgesel istikrarı sağlamada en büyük yük, bölgesel güçlerin ve yerel unsurların omuzunda olmalıydı.
11 Eylül sonrası ABD'nin bölgeye aktif müdahalesini klasik dış politika çizgisinden sapma olarak gören bu bakış açısının koordinatlarını Foreign Affairs dergisinin Kasım-Aralık sayısında "Pax-Amerikana'nın Sonu" makalesinde bulabilirsiniz.
Bahsettiğim bakış açısı sebebiyle henüz bir yılı daha olmakla birlikte Obama'nın kalan sürede yeni bir inisiyatif alması beklenmiyor. İran ve Küba açılımlarını pekiştirmesi ve DAİŞ ile mücadelede bir miktar daha başarı göstermek için çabalaması öngörülüyor.
Geçen çarşamba günü Kongre'deki son "Birliğin Durumu" konuşmasında Obama, iki dönemlik yönetiminin muhasebesini yaptı. ABD'nin "yeni liderlik" anlayışı çerçevesinde Ortadoğu'ya, Suriye krizine bakışını özetledi. O'na göre evet; ABD "dünyanın en güçlü ülkesi" ve "tarihin gördüğü en iyi savaşçılara" sahipti. Ancak Ortadoğu da dahil "istikrarsızlığın on yıllar süreceği" bölgelerde "krize sürüklenen her ülkeyi devralıp yeniden inşa etmek" ABD'den beklenmemeliydi. Bu yüzden Suriye iç savaşında "Amerikan kanı, hazinesi" akıtılmamalıydı. Bu açıklamalarla Obama ne kadar "akıllı" Amerikan milliyetçisi bir lider olduğunu göstermiş olabilir. Ama Ortadoğu halklarına mesajı için aynı olumlu sözleri söyleyemeyeceğim.
Irak'ı inşa etmeden apar topar çekilerek Maliki yönetimine bırakmasının bugünkü sıkıntının kaynağı olduğu herkesin malumu. İran, S.
Arabistan, Türkiye ve İsrail gibi ülkeler arasında kurduğu "güç dengesinin" dehşetli bir yanı olduğunu gün be gün yaşayarak görüyoruz.
Obama on yıllar sürecek bölgesel kaostan sadece uzak durmuyor. Devamına da katkıda bulunuyor. Ne dersiniz, Obama'nın Arap isyanlarının demokrasi dalgasına değil de kaos sarmalına dönmesindeki sorumluluğu unutulur mu acaba? En azından Suriyeliler nezdinde.
Zira "Tarihin Obama'yı affedeceğini düşünmüyorum" cümlesi Suriyeli muhaliflerin koordinatörü ve Suriye Eski Başbakanı Riyad Hicab'a ait.