Yeni Ortadoğu'yu şekillendirecek en kritik konuların başında Suud- İran gerginliği geliyor. Bu gerginliğin yeni çatışmalar üretme potansiyelinin farkında olanlar gözlerini Washington'a yönelttiğinde aldıkları cevap da basit: Yeni bölgesel düzenin kurulmasında bölgesel güçler inisiyatif almak zorunda.
Suriye'den DAİŞ'e ve mezhep çatışmasına kadar bölgesel güçler elini taşın altına koymak zorunda. Rusya da Suriye'deki ittifakı sebebiyle İran'ın yanında yer alan ve Şii yayılmacılığına destek veren bir konuma düşüyor. Asıl önemli konu bölgesel güç olarak Türkiye'nin ne yapması gerektiği.
Türkiye Arap isyanlarının bölgedeki düzeni yıktığını gördüğünde iki şeyi aynı anda yapmaya çalıştı. Hem ABD'yi Suriye başta olmak üzere çatışma bölgelerinde yeni bir sorumluluk çerçevesinde inisiyatif almaya çağırdı. İstenen, halkların yanında olmaktı. Hem de İran, Mısır ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerin işbirliğine yönelmesiydi.
Suud- İran rekabetinin getireceği tehlikelerin (devletlerin çözülmesi, radikal örgütlerin güçlenmesi ve mezhep çatışması) de farkındaydı. Türkiye'nin beklentisi, Türkiye- Mısır işbirliği sayesinde Suud- İran kutuplaşmasını dengelemekti. Ve halkların dönüşüm isteğinin hayatiyetini sürdürmekti.
Ancak olmadı.
Suriye'de İran, Mısır'da S. Arabistan sert -yumuşak güçlerini kullanarak demokrasi dalgasının önünü kesti. Suud, Mısır'da Mursi'yi düşürerek hata etti. İran, Suriye'den Yemen'e bölgesel yayılmacılık peşine düşerek daha büyük hata etti. Şimdi de son sahneyi oynuyorlar. Vekalet savaşından doğrudan savaşa sürüklenme tehlikesi artıyor.
Ankara, Riyad ve Tahran ile bölge geleceği üzerinde anlaşmanın ne kadar zor olduğunun farkında. Ve gittikçe derinleşen Suud- İran rekabetinin mezhep çatışması boyutuyla da bölgeyi daha fazla ateşe sürüklemesinden de tedirgin. Bu yüzden Şii- Vahhabi kutuplaşmasını aşan ve sağduyuya çağıran bir dil kullanmakta ısrarcı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "ne Sünni, ne Şii, İslami-İslami" formülü bunun bir yansıması. Şeyh el-Nimr'in idamı Ankara'nın Riyad-Tahran rekabetine bakışını yeniden tartışma alanına taşıdı. Soru şu: Türkiye ne tarafta yer alıyor ve ne yapmalı?
Hükümetin tavrı "siyasi idam cezalarının bölge barışına vereceği zararı" hatırlatma yönündeydi. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş hem diplomatik misyonlara yapılan saldırıları hem de siyasi idamları eleştirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise idam cezasının İran dahil birçok ülkede olduğunu hatırlattı. Nimr'in idamının tasvip edilip edilmemesinin ötesinde "iç hukuk meselesi" olduğunu vurguladı. Erdoğan'ın vurgusu bazılarınca gerginlikte taraf tercihi olarak yorumlandı.
Her şeyden önce Ankara, İran'ın Suriye ve Yemen başta olmak üzere bölgesel hırslarında çok ileri gittiğini düşünüyor. S. Arabistan'ın da "başarısız devlet" konumuna düşmesini arzu etmiyor. Körfez'i de karıştıracak yeni bir istikrarsızlık dalgası bölgeyi daha da büyük bir kaosa götürecektir.
Ayrıca, Suriye iç savaşı, savunma alımları, enerji, yatırımlar gibi konularda Riyad- Ankara arasındaki işbirliği de Ankara'nın bölgede elini güçlendiriyor. Ancak Ankara'nın "Tahran'ın hırslarını sınırlandırmanın" ötesine giden bir hegemonya kavgasında Riyad'ın yanında olması beklenmemeli. Bunun için savaşacak asker sağlaması ise daha da olasılık dışı. Zira böylesi bir karar Suriye iç savaşına doğrudan dahil olmayan Türkiye'yi bölgedeki tüm çatışma alanlarına çekebilecek kadar radikal bir tercih olur.
Ankara, gerginliği azaltmayı ve mezhep kutuplaşmasını güçlendirecek ideolojik söylemlere karşı çıkmayı önemsiyor. Ancak savunma işbirliğinden Suriye krizine kadar birçok konuda Riyad'a daha yakın düşmekte.