Son dönemde ABD düşünce kuruluşları ve medya dünyasında Batı-Türkiye ittifakının ve ABD-Türkiye ortaklığının geleceğini sorgulayan yazılar çıkıyor. Eleştirel tonu gittikçe suçlayıcı hale gelen bu yazıların Türkiye'nin dış politikasına ilişkin öneriler içermekten ziyade toptancı ideolojik değerlendirmelere yönelmesi oldukça sıkıntılı.
2009 Davos sonrasında hızlanan bu değerlendirmeler temelde AK Parti iktidarının "ideolojiye dayalı dış politika" tercihlerinde bulunduğu iddiasına dayanıyor. Bu iddialar konusuna göre değişen ve kimi zaman da birbiriyle çelişkili eleştiriler halinde. Birkaç senedir, otoriterleşme söylemi ile atbaşı giden "Pan-İslamist, Yeni-
Osmanlıcı, İhvancı, İrancı, Sünnici ve Yeni Avrasyacı" gibi tanımlamaların birbirine zıt yanları kolaylıkla görmezden geliniyor.
Elbette Türkiye'nin Batı ülkeleri ile bazı somut politikalarda farklılaşmaları mevcut.
Nitekim Rusya ile ilişkilerde Ukrayna krizini merkeze oturtmayan Türkiye, AB'nin ambargo kararlarına katılmayarak bu ülke ile yeni bir doğalgaz boru hattının inşasını gündemine alabiliyor.
Hatta Türkiye'nin ilk nükleer reaktörünün Rusya tarafından inşa edilmesi de söz konusu. Ancak Suriye ve Güney Kıbrıs konularında da Türkiye ile Rusya'nın menfaatleri birbiriyle çatışıyor. Daha önemlisi, Esed rejimi ile çalışmak zorunda kalacağını açıklayan ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Suriye konusunda Türkiye'den ziyade Rusya'ya daha yakın.
Bu durumun NATO ittifakı ile bir ilgisi kurulmuyor elbette... Ya da İran'ın nükleer programına ilişkin müzakerelerde son aşamaya gelindiği söylenirken benzer bir müzakere süreci için Türkiye'nin Batı ittifakından uzaklaşmakla ya da İrancılıkla suçlandığı da hatırlanmıyor. Yine, Çin ile füze savunma sistemi satın alma görüşmelerini yapmanın Türkiye'nin milli savunma sanayisine teknoloji transferi gayreti ile alakalı olduğu gerçeği görmezden geliniyor.
Başka bir örnek de Türkiye'nin IŞİD'le mücadele etmediği, aksine destek verdiği eleştirisi.
Irak ve Suriye'deki iç savaştan en fazla etkilenen ülke olarak Türkiye'nin IŞİD ile mücadelede kendi politika önceliklerini de gözetmesi normal. Zira Türkiye sınır güvenliğini de komşu ülkelerin geleceğini de çok yönlü değerlendirmek zorunda. Suriye'nin kaderi sadece IŞİD'le mücadele sonucu belirlenmeyecek. Esed rejiminin de Şii milislerin de oluşturduğu tehditler politika yapımında göz önünde bulundurulması gereken konular arasında.
ABD Başkanı Obama'nın ülkesinin Irak işgalinin olumsuz sonuçlarını bugün kabullenmesi gibi gelecek başkanın Suriye'de yaşananlarda sorumluluklarının olduğunu söylemesi bölgenin sorunlarına şifa olmayacaktır. IŞİD ile mücadeleyi yerel aktörlere havale eden Obama yönetiminin kendi Suriye politikasını gözden geçirmesi gerekir. Esed ile müzakereden bahseden pozisyonun IŞİD sonrası için de bir planı mevcut değil.
Ayrıca, Türkiye'nin IŞİD ile mücadelede daha etkin olmasını istemek başka bir şey; IŞİD'i desteklediği suçlaması üzerinden baskı altına almaya çalışmak daha başka bir şey. Şurası net: Batılı başkentlerde kullanılan Türkiye'nin "Batı'dan, NATO'dan uzaklaştığı" söylemi iç siyasette yaşanan kutuplaşmadan ve AK Parti karşıtlığından elverişli malzeme temin ediyor. Türkiye'deki üç seçim maratonunun yarattığı türbülans da "ideolojik dış politika" suçlamalarını kolaylaştıran bir ortam oluşturdu. Hükümete muhalif kesimlerin argümanları somut politika farklılaşmalarını yönlendirmek için seferber ediliyor.
Bu seferberlik kısmen anlaşılabilir.
Muhatabını istediği karara yönlendirmek için iç zaafların kullanılması devletlerarası siyasetin bir manivelasıdır. Ancak kritik olan bunun dozunun fazlaca yüksel(til)miş olmasıdır. ABDTürkiye ilişkilerinin milli menfaate dayalı rasyonel düzlemini terk ederek ideoloji ve kimlik tartışmasında karar kılmak iki taraf için de kamuoyunu yönetmek açısından sakıncalar barındırmaktadır.
Haziran seçimleri ertesinde Türkiye'nin önünde demokratik hayatı konsolide edebileceği istikrarlı bir dönem görünüyor. "Batı'dan uzaklaşma" eleştirisi sınırlarına fazlasıyla ulaştı.
Kullanılma miadı dolmak üzere... Artık ABDTürkiye ilişkilerini konu bazlı olarak yeniden ele alma zamanı. Bu da öncelikle ortak menfaatlerin çeşitliliğini ve vazgeçilmezliğini vurgulamaktan geçiyor, ideolojik suçlamalardan değil.