Kasım Süleymani yönetimindeki Şii milislerin Tikrit'e girdiği günlerde İran Cumhurbaşkanı yardımcısı Ali Yunusi'nin "Büyük İranlı Kimliğine" yönelik iddialı açıklamaları bölge medyasında yer aldı. Bağdat'ta tepkiyle karşılanan sözleriyle Yunusi, ülkesinin artan bölgesel nüfuzundan rahatsız olanların kaygılarını da pekiştirdi.
İran kültür coğrafyasının Çin sınırından Hint alt kıtasına, Kuzey Kafkasya'dan Basra Körfezi'ne ulaşan bölgeyi kapsadığını savunan Yunusi'nin mesajı net: "İran kültür coğrafyasında yaşayan herkes İranlıdır ve bu yönüyle bizim korumamız altındadırlar. Onları ... tekfircilik, yeni Osmanlıcılık, Vahhabilik, Batı ve Siyonizm tehdidinden koruyacağız... İran şu an tarih boyunca olduğu gibi büyük bir imparatorluk halindedir. Irak şu an sadece medeniyet etkimiz altında olan bir ülke değil. Kimlik, kültür merkezimiz ve başkentimizdir."
Coğrafya, medeniyet ve imparatorluk kavramlarını İranlı kimliğini yüceltmek için bir arada kullanan Yunusi'nin "ötekileri" arasında Türkiye de vardı: "Bölgede bizimle yarışmaya giren gerek Osmanlı nesli gerek Roma'dan geri kalanlar, bizim şu an Irak'a verdiğimiz desteğe itiraz ediyor. Biz bu bölgede bunlara karşı İran Birliği kuracağız."
Ulusal kimliği Şiilikle yoğuran bu söylem İran'ın kültürel derinliğine ve hırslarına işaret ediyor. 1979 Devrimi'nden sonra din ile milliyetçiliği Şiicilik tonuyla harmanlayan İran'ın medeniyetçi ideolojisini aktarıyor. Daha net söylersek Yunusi, medeniyet söylemi üzerinden bir "imparatorluk hülyasına" çağrı yapıyor. Bu çağrıyı anlamlandırmak gerekli. İki dünya savaşı sonrası Ortadoğu'da kurulan ulus- devlet sisteminin ciddi krizden geçtiği günlerdeyiz. Bugün Irak, Suriye, Libya ve Yemen artık bir ulus-devlet özelliği taşımıyor. Zaten ne zaman tam anlamıyla ulus- devlet olabildiler ki...
Bölgedeki diğer devletlerin birçoğunun da bütünlüklerini ne kadar koruyabileceği belli değil. İran, Türkiye ve S. Arabistan gibi önde gelen güçler ise hem kendi iç istikrarlarını konsolide etmek hem de Arap Baharı sonrası oluşan bölgesel boşluğu doldurmak için medeniyet söylemini yükseltiyorlar.
Bu yüzden bölgesel rekabetin dili medeniyet söylemi haline geldi. Muğlak mahiyetiyle elverişli bir malzeme oluşturan medeniyet söylemi iki farklı amaç için kullanılabilir: İlki ortak değerleri, birlikteliği, etkileşimi ve daha önemlisi ortak kaderi vurgulamak amacıyla. Yani, bu söylem Müslüman halkların adalet arayışına, onuruna ve özgüvenine hitap edebilir. Bu versiyon işbirliğine, hoşgörüye ve paylaşıma çağırır. İkincisi, bu söylem ulus- devletin yarattığı millet idealinin yeni bir imparatorluk hülyasıyla tahkim edilmesi niyetiyle seferber edilebilir.
Arzulanan şey, ulus- devletin dar elbisesi yerine imparatorluk formunu canlandırmaktır. Bölgesel güçlerin en büyük yanılgısı imparatorluk özleminin peşine düşmek olacaktır. Zira "imparatorluk özlemi" bunlar arasında daha sert güç kapışmalarını getirir. Bölgenin büyük devletleri arasındaki kültürel süreklilikleri ve örtüşmeyi değil ayrışma, bloklaşma ve çatışmayı besler. İçte hamaset ve canlılık getirse de dışta düşmanlık ve nefret doğuracaktır. Bu da daha fazla vekalet savaşı ve milis demek. "İmparatorluk özlemi" meşruiyetini teo-politik pratik ve medeniyetçilik söylemi üzerinden kuracaktır. Böylece, "büyüklük hırsı" İslam dünyasının "ortak maslahatı" fikrini erozyona uğratan yeni bir tür milliyetçilik üretecektir.
Yeni- Osmanlı ya da Büyük İranlı özlemler ya da bunların Vahhabi versiyonu bölgenin sorunlarına şifa olmayacaktır. Aksine büyük İslam medeniyeti içinde küçük "medeniyetçi" milliyetçiliklerin kıyasıya çatışması anlamına gelecektir. İşte bu sebeplerle İran'ın "yayılmacı" siyasetinin yanı sıra "dışlayıcı ve sert medeniyetçi" söylemi de dengelenmelidir.
Türkiye'nin bugün temsil ettiği kapsayıcı ve yumuşak medeniyet söylemi bahsettiğim tehlikeli gidişata alternatif bir çağrı olmak durumundadır. Yapılması gereken hem Batı ile entegrasyonu hem de bölgede barış, işbirliği ve dayanışmayı hedeflemek. Ve buna uygun kapsayıcı dili kullanmakta ısrarcı olmak.