İslami hareketlerle milliyetçilik arasında karmaşık ve tartışmalı bir ilişki olageldi. Batı merkezli ulus-devlet sisteminin ideolojisi olarak milliyetçiliğin İslam'ın evrensel değerlerine aykırı olduğu sıklıkla vurgulandı. Bununla birlikte, pratiğin akışı içinde İslami olanla milli olan arasında bir sentezleme de yaşandı. Bunun sebebi bütün sorunlarına rağmen ulusdevletin kalıcı olduğunun görülmesiydi.
Endonezya'dan Pakistan'a, İran'dan Türkiye'ye ümmetin maslahatı ile milli çıkarlar arasında uyum gören birçok İslami akım ve aydın temsilcileri boy gösterdi. Cumhuriyet döneminde İslamcılığın milliyetçilik içinden çıkması ve daha sonra "Milli Görüş" formunda siyasal harekete dönüşmesi bahsettiğim sentezlemenin Türkiye'deki örnekleri oldu.
Bu çizginin öncülerini Mehmet Akif Ersoy'da, Necip Fazıl Kısakürek'te, Nurettin Topçu'da ve Said-i Nursi'nin "müspet milliyetçilik" kavramlaştırmalarında bulmak mümkün. Elbette, dini prensipler, değerler ve aidiyet bilinci üzerinden ortak bir ümmetin çatısı altında olma hissi tüm Müslümanları kuşatmaktadır.
Bununla birlikte, İslam'ın evrensel değerlerinin dünyanın değişik coğrafyalarında yerel yorum farklılıkları ürettiği sosyolojik ve tarihi bir vakadır. Bu çerçevede İran İslamı, Arabistan İslamı, Avrupa İslamı ve Türkiye İslamı kavramlaştırmalarından bahsedilmektedir. Bu tür farklı İslam yorumlarının İslam medeniyeti içinde meşru görülebilmesi çıkar tanımlarının ümmetin maslahatına aykırı olmaması ile ilgilidir. Dahası, asabiyenin ümmetin diğer parçalarına ilişkin adaletsizlik üretmemesi beklenir.
Bugün Ortadoğu'da milli/yerel çıkarlarını İslami meşrulaştırma ile teo-politiğe çeviren grupların, siyasetlerin yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Evrensellik iddiasındaki Şiici ve Selefi akımların takip ettiği asabiyeci siyasetler radikalleşme ve şiddet üretiyor.
Grup çıkarlarına ve başarısına odaklanan asabiyenin, ümmetin maslahatını yok ettiğine Irak'ta ve Suriye'de birçok örnekle şahit olduk. Türkiye'deki İslami grupların bariz yanı asabiyelerini kontrol edebilmeleridir. Hem ümmetin genel maslahatına aykırı düşmeyerek hem de diğer dini grupları tekfir eden bir konumu sahiplenmeyerek... Buna bir devlete sahip olmanın önemini idrak etmeyi de ekleyebiliriz.
Türkiye'deki devletin laikçi döneminde bile devlet karşıtı İslamcı öğretilerin sınırlı ve dolayısıyla etkisiz olması bununla ilgilidir. Türkiye'deki İslami hareketlerin radikalleşmesinin önündeki engel işte bu bahsettiğim Türkiyeliliktir. Bu, Türkiye'yi merkeze almaktır. Türkiye'ye rağmen uluslararası bağlantı ve ittifak içinde olmamaktır.
Bu bağlamda Gülen Hareketinin dönüşümü, üzerinde durulmayı gerektiren bir seyir izlemektedir. Uzun bir süredir kendisini "Anadolu İslamı"nın ılımlı temsilcisi ve hoşgörü hareketi olarak sunan Gülen grubu son yıllarda yaşadığı aşırı siyasallaşma ve radikalleşme yüzünden zorlu bir ikili süreçten geçmektedir. Hızla da yerelliğini kaybetmektedir.
Gülen Hareketi bir yandan ümmet içinde seçildiği hissinden hareketle grup asabiyesini büyütmektedir. "Cenabı Allah yeryüzündeki bütün hadiseleri Hizmet etrafında örgüler" cümlesi Gülen grubunun ürettiği teolojinin en son radikal halidir.
Allah'tan yardım dileme değil söz konusu olan. Allah'ın rahmetini ve yardımını sadece bir gruba inhisar ettirme, tekeline alma çabasıdır. Gülen hareketi bu asabiyeye dayanarak diğer dini grupları tasfiye etmeyi de hak görmektedir. El-Kaide suçlaması ile Tahşiyecilere yapılan operasyon buna bir örnektir.
Diğer yandan ise, kendi grubunun maslahatı için siyasi iktidarı devirmeye teşebbüs etmeyi ve her türlü uluslararası ittifaka girmeyi mubah görmektedir. Bu tavır da ümmetin menfaatlerini kendi grubunun temsil ettiği şeklinde bir kanıdan beslenmektedir. Haklılık psikolojisi ile gittikçe büyüyen bu kesin inançlılık hali her türlü stratejiyi kullanabilmektedir. Böylece rahatlıkla AK Parti iktidarı Yezidlikle suçlanabilmektedir.
İsrail'in çıkarlarına muvafık ve destekçi konumda olmak rahatlıkla savunulabilmektedir. Gülen Hareketi bu yüzden gittikçe Türkiye ve ümmet merkezli olmayı kaybetmektedir.