"Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar" der İsmet Özel.
Önceleri bu hissin şairlere has olduğunu sanırdım. Türkiye siyasetini yakından takip etmenin bu hissi bana da yaşatacağını ummazdım.
Beş yıldır bu hissi daha sık yaşar oldum. 2009'da Davos'taki "one minute" hadisesi sonrası Türkiye siyasetinde yaşananlar gittikçe beklediğimiz, gerçekleşeceğini bildiğimiz olaylara dönüştü.
Sözgelimi AK Parti iktidarına muhalefet eden grupların enerjisini barındıran fay hatları teker teker bir şekilde harekete geçti ya da geçirildi. Gezi olayları sonrası ise krizleri ve siyaseti dizayn denemelerini öngörme hissiyatımız daha da güçlendi.
Peş peşe gelen üç seçimin ilki olan 2014 Yerel Seçimleri öncesinde hükümetin güçlü bir saldırıya maruz kalacağını bekleyenler az değildi. 17-25 Aralık darbe girişimi böylesi bir beklenti ortamında gerçekleşti. Aynı şekilde son bir yılda Paralel yapı ile mücadelenin bir devlet politikası haline geldiği ve Gülen Hareketi ile ilgili birçok soruşturmanın devam ettiği biliniyordu. Bu hareketin medya ve diğer kurumlarına yönelik operasyon yapılacağı da konuşuluyordu.
Beklendiği gibi, 14 Aralık Pazar günü gerçekleşen tutuklamalarla yeni bir evreye girildi. Tahşiye davası ile Gülen Hareketi'nin medyadaki önemli isimlerinden bazıları da "kumpas kuran bir çeteleşme" davasına dahil edildi. Bu tür yeni davaların açılmaya devam edileceğinden bahsediliyor. Görünen o ki, paralel yapı ile mücadele kademeli işleyen bir süreç halinde gidiyor. Spesifik konularla ilgili davalar gündeme geliyor ve muhtemelen bunlar ana bir davaya dönüşecek.
Gülen Hareketi'nden gazetecilerin tutuklanması kimseyi şaşırtmadı. Zira bu bilgi günler öncesinden sosyal medyada yer aldı. Bu bilgi sayesinde Gülen Hareketi'ne yakın medya açılacak bu davaya yönelik olarak ulusal ve uluslararası kamuoyunu önceden oluşturdu.
Dava, "özgür basını susturmaya yönelik otoriterleşmenin son manevrası" olarak sunuldu. Paralel yapı ile mücadelenin bilgisinin önceden bu kadar kolaylıkla medyaya sızdırılması yürütülen mücadelenin gelgitleri olan bir mahiyet kazanabileceğini gösteriyor. Daha önemlisi, her şey bilgimiz dahilinde gerçekleşiyor. Bu bilinirlik elbette şeffaflık demek değil. Devlet içinde kritik kurumlarda kadrolaşmış bir yapının gücünün devam ettiğinin göstergesi. Ve bu bilinirlik aktörlerin ve tarafların kendi pozisyonunu savunmak için seferberlik yapmasını ve kamuoyu oluşturmasını kolaylaştıran bir imkân tanıyor.
Tahşiye davası ile birlikte, Gülen Hareketi'nin dışta "özgürlük ve demokrasi," üzerinden içte ise teo-politik dini söylem üzerinden mazlumluk hissiyatı üreteceği görünmektedir. Bu hareket içine girdiği iktidar oyununda farklı dini gruplarda emniyetsizlik ve adaletsizlik kanaatini oluşturduğu için beklediği desteği göremeyecektir.
"Cevşan ve Kur'an okuyan başörtülü kadınların" mağduriyeti üzerinden yaşanabilecek sahiplenilmeme hissi yeni bir tür radikalleşme ve marjinalleşmenin zeminini hazırlayabilir.
Başarılı ve birbirine tutkun bir örgüt olmak muhasebeyi güçleştirmekte. Gülen Hareketi zaten otonomisi yüksek bir cemaatti. Beklediği desteği bulamadıkça diğer dini gruplardan kopuş artacaktır.
Güçlü bir iç dini söylem de haklılık duygusunu yeniden ve yeniden büyütüyor.
Devleti ele geçirme refleksi hareket içinde bir türlü eleştirilemiyor. Bu saatten sonra bu muhasebe daha da zor... Kendini uluslararası desteğe muhtaç hissettikçe de Türkiyeliliğini daha hızlı kaybetme sürecine girecektir.