Hıncal Uluç'ta o 'fikri takip' denen şey var. Yani, çok benimsediği bir konuda devamlı yazıyor, olayın üstüne gidiyor. Gerçi bunda, bizde (hatta dünyada) kimselere nasip olmayan o 'arsa gibi' günlük köşesinin de payı var. Yine de. Bu önemli bir 'haslet'. AKM konusu, bu hafta sonu itibarıyla birden yeniden gündeme gelmiş ve önümüzdeki günlerde de kalacak gibi olsa da, bunu devamlı işleyen Hıncal oldu. Ve son yazılarında muhatap olarak direkt Başbakan'ı aldı. Gerçekten de konunun arkasında bizzat Başbakan iradesinin bulunduğu artık genel bir kanıdır.
Benim kişisel olarak çok işlediğim Beyoğlu salonları ve özellikle de Emek Sineması konusu da öyle. Ben bu konuda çokluk Kültür Bakanı ve belediyeleri muhatap alarak yazmıştım. Geçenlerde bu sorunlara yakın bir dostum, Emek'in durumunun da Başbakan'ın önünde olduğunu, çünkü yapının sahibi olan eski Emekli Sandığı'nın artık kimi başka kuruluşlarla birleşerek Sosyal Güvenlik Kurumu'na dönüştüğünü, bunun da doğrudan Başbakanlık'a bağlı olduğunu söyledi. Sanırım haklıdır.
Ben şahsen bakanlara/başbakanlara seslenen, açık mektup tarzı şeyler yazan biri değilim, bunca yıldır bunu hiç yapmadım. Son dönemde bir başbakana ilk kez bir açık mektup yazdım. O da, o günlerde sinemacılara yaptığı açılım toplantısındaki son derece sinema sevgisi dolu konuşmasından dolayı... O yazıda, aslında çok doğru bulduğum sigara yasağındaki önlemlerde yapılan bir abartmaya, ekrana gelen tüm filmlere, eski-yeni, klasik-başyapıt demeden uygulanan yasağa ve her sigara görüntüsünün çiçeklenmesine duyduğum tepkiyi belirttim. Bu bence gülünç kaçan ve Türkiye'yi dışarda alay konusu yapan bir tutumdu. Ama kimsenin kılı kıpırdamadı.
Niye böyle oluyor? Başbakan niçin, üstelik bize yakıştırılan adla 'yandaş medya'nın Uluç ve hadi bir ölçüde Dorsay gibi tanınan, okunan yazarlarının çağrılarına kulaklarını tıkıyor? Bence temel nedeni, bizlerin o yazılarının çok geniş kitleleri ilgilendirmediğini düşünmesi. Ve belki megapolün 'en beyaz' Türkleri olan sanat tutkunlarının zaten AK Parti'nin doğal seçmeni olmadıklarına inanması. Yoksa, örneğin minibüsçülerin son olaydaki isteklerini anında yerine getirirken, bu durumların sürüncemede bırakılması nasıl açıklanabilir?
Yine de ben, sinemacılar toplantısında sayın Başbakan'dan değil, ama bakanlarından aldığım, "Biz 40 yıldır sinemayı sizden öğrendik" mealindeki komplimanlara güvenerek yazıyorum. Sanat-kültür olayları çok önemsenmese de sonuç olarak bir halkın özü ve ruhu, bir miletin dış dünyaya tutulmuş aynasıdır. Bu nedenle, o açılmayan salonlar, o ekranlarda Yurttaş Kane'den Vesikalı Yarim'e, en önemli filmlerde birden çiçeklenen sigaralar, dışarda bizi komik düşürür, ikinci sınıf bir toplum gibi gösterir. Dış politikadan ekonomiye tam bir atılım içindeki Türkiye bunları hak ediyor mu?