Mersin'de mezarlığa gittik.
Annemizi tabutundan çıkarıp, mezara koyacağız.
Baktık, başucunda ilkokul arkadaşımız Lina Nasif.
***
Lina boynumuza sarılıp, özür diledi:
- Geç duydum, cenaze namazına yetişemedim, kusura bakma.
***
Sonra diğer "okul arkadaşlarımızı" gördük.
"Hacı" Mehmet de oradaydı, "öküz" Ahmet de.
Robert de oradaydı, Albert de.
***
Ankara'dan Mersin'e Erhan Aygün'le birlikte gittik.
Camide birlikteydik.
Mezarlıkta Erhan Aygün'ü kaybettik.
Aradık, ilerilerde bir yerde gördük.
Mezar taşlarını okuyordu.
Biraz sonra geldi:
- Mezarlar birbirine girmiş... Ali ile Corc, Hatice ile Janin yan yana yatıyor.
***
Mersin'in "eskileri" Erhan Aygün'ü aydınlattılar:
- Mezarlığa girince ortadan geçen yolun sol tarafı Müslüman olmayanlara aitti... Sağ tarafı Müslümanlara. Ama zamanla mezarlık doldu... Solda da, sağda da yer kalmadı.
***
Yer kalmayınca...
Tam "iç içe" bir durum ortaya çıkmış.
"İlk kez görenin" kafası karışıyor.
***
Eskiden "böyleydi."
Aynı mahallede cami de vardı, kilise de. Onlar "camiye" gelir, bizimkileri izlerlerdi.
Bizimkiler "kiliseye" gider, onlara bakarlardı.
Türk veya Ermeni diye, azınlık diye, yerli yabancı diye, Müslüman Müslüman değil diye, Türk Kürt diye ayrılık gayrılık yoktu.
Ne olduysa "sonradan" oldu.