Bazı hayatlar, tarihin derin dehlizlerinde saklı kalan sessiz çığlıkları yakalamak için yaşanır. Lee Miller'ın hikâyesi de tam olarak böyle bir serüvenin içinde şekillenir. 20. yüzyılın saygın savaş muhabirlerinden Amerikalı fotoğrafçı Lee Miller'in 2. Dünya Savaşı sırasında bir savaş muhabiri olarak çektiği fotoğraflar tarihin tozlu arşivinde nadide bir kaynak olarak yerini koruyor. Onun, Vogue dergisi modelliğinden savaş muhabirliğine kadar şekillenen hayatı sinemaya ilham oldu. Ellen Kuras'ın yönetmenliğinde, Kate Winslet'in büyüleyici oyunculuğuyla hayat bulan Lee filmi, yalnızca bir biyografi değil; bir savaşın, bir kadının ve bir sanatın kesiştiği bir görsel şiir adeta... Miller'ın 1977 yılında ölümünden çok kısa bir süre önce çiftlik evinde verdiği röportaj üzerinden geriye dönüşlerle ilerleyen film, gerçek bir hikâyeye dayanan etkileyici bir drama...
Bir zamanlar sürrealist ressam ve fotoğrafçı Man Ray'in ilham perisi, moda dünyasının gözdesi olan Miller, objektifin arkasına geçtiğinde bambaşka bir anlatıya bürünür. 1940'ların karanlık yüzünü, savaşın gölgesinde saklanan insan hikâyelerini belgeleyen fotoğrafçının yolculuğu, film boyunca keskin bir görsellikle anlatılıyor. Kate Winslet'in performansı, Miller'ın hem kırılganlığını hem de çelik gibi sertleşen iradesini incelikle sunarken, film bize savaşın ortasında bir sanatçının varoluş çabasını aktarıyor.
Marion Cotillard, Alexander Skarsgård, Andrea Riseborough, Andy Samberg ve Josh O'Connor gibi güçlü isimlerin rol aldığı film, yalnızca bir savaş muhabirinin anılarına ışık tutmakla kalmıyor; aynı zamanda fotoğrafın gerçeği ne denli değiştirebileceğini de sorgulatıyor. Mat renk paleti, keskin ışık-gölge oyunları ve zaman zaman sessizliğin çığlıkları, Lee Miller'ın iç dünyasını resmediyor. II. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Londra'da şehrin bombalanmasına tanık olan Miller, savaş sırasında yaşanan soykırımın boyutlarını gösteren onlarca fotoğrafa imza atar. Savaşın gerçek boyutunun gizlendiğini düşünen Miller, ısrarla cepheye gitmek istediğini söyler ve kendisini savaşın ortasında bulur. Miller'ın konuya aynı zamanda bir kadın içgüdüsüyle yaklaştığının altı çizilen filmde, toplama kamplarında yakılan insan görüntüleriyle acının boyutu gözler önüne seriliyor. Ağzını burnunu kapatarak gözlerini zor açtığı yerlerde deklanşörüne basma cesareti gösteren Miller, bir parça ekmek için sıraya giren ve onu kalabalık kadın grubuyla paylaşmak zorunda kalan küçük kızın masumiyetini ve çaresizliğini yansıttığı fotoğraflarla da bakış açısını konuşturuyor.
Hİ,TLER'İN KÜVETİNDE POZ VERDİ
Amerikalı fotoğrafçı David E. Scherman ile birçok görevde birlikte çalışan Miller, Paris'in kurtuluşunu, Alsace Savaşı'nı ve Buchenwald ve Dachau'daki Nazi toplama kamplarının dehşetini kaydeder. Özellikle Scherman'ın Adolf Hitler'in Münih'teki dairesinin küvetindeki Miller'ın fotoğrafı bu ikilinin ortaklığının en ikonik görüntülerinden biridir ve tesadüfen Hitler'in intiharıyla aynı gün olan 30 Nisan 1945'te meydana gelmiştir. Hitler'in gizli dairesine ilk varanlardan biri olan Miller, "Adresi yıllarca cebimdeydi" diye itiraf etmiş, küvetin fotoğrafını çektikten sonra küvette banyo yapıp Hitler'in yatağında uyudu. Miller'ın Hitler'in küvetinde çektiği meşhur fotoğrafın perdeye yansıması, filmdeki en güçlü anlardan biri. O sahne, bir kare fotoğrafın nasıl bir manifesto olabileceğini gösterirken, savaşın dehşetine karşı bir sanatçının sessiz isyanını da gözler önüne seriyor.
Ellen Kuras'ın titizlikle inşa ettiği bu biyografi, klasik anlatı kalıplarına sıkışmadan, belgesel ile kurmacanın arasında salınan bir dille izleyiciyi içine çekiyor. Savaşın ortasında, bir sanatçının gerçeği kayıt altına alma mücadelesi, Winslet'in nüanslı performansıyla birleşince, Lee yalnızca izlenen bir film değil, hissedilen bir deneyime dönüşüyor. Neticede Lee, görmenin ve gösterilmenin ötesinde, bir hikâyeyi hissetmenin ne anlama geldiğini sorgularken, sinemanın sanatla buluştuğu nadide anlatılardan biri olarak hafızalara kazınıyor.
PAMUK PRENSES'E SİYASET KARIŞTI
Pamuk Prenses'i bilmeyen yoktur. Üvey annesi Kötü Kraliçe'nin yıkıcı kıskançlığından kaçmak zorunda kalan, güzelliği ve saflığıyla tanınan prensesin hikâyesi, onlarca yıl kuşaktan kuşağa aktarılmış, 1937'de sinemaya uyarlanmıştı. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in canlı aksiyon ve müzikal olarak yeniden yorumlanmış versiyonu ise vizyondaki yerini aldı. Pamuk Prenses isimli filmin yönetmen koltuğunda Marc Webb otururken, filmin senaristleri arasında Oscar adayı Greta Gerwig de yer alıyor. Mahcup, Bilgin, Uykucu, Mutlu, Neşeli ve Öfkeli cüce karakterlerle birlikte zamansız hikâyeye geri dönen bu peri masalı aslında çok da yeni bir şey vaat etmiyor. Rachel Zegler'in Pamuk Prenses'i, Gal Gadot'nun ise Kötü Kraliçe'yi canlandırdığı film, daha vizyona girmeden tartışmaları da beraberinde getirdi. Filmin yeniden çekilmesi ve hikâyesiyle ilgili görüş ayrılıkların, filmdeki cüce karakterlerin dijital olarak yapılması gibi eleştirilerin ötesinde siyasal açıklamalar ön plana çıktı.
Latin Amerikalı aktris Zegler, geçen yıl Ağustos'ta sosyal medyasında hayranlarının Pamuk Prenses'in jeneriğine gösterdikleri tepkilere teşekkür etmiş ve 'Ve hiç unutmayın, Özgür Filistin' diye eklemişti. İsrailli oyuncu Gadot da özellikle Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırılarından sonra ülkesini savunan ve Yahudi karşıtlığından şikayet eden yorumlar yaptı. Filistin yanlısı sosyal medya kullanıcıları, sırf Gadot oynadığı için filmin boykot edilmesi çağrısı yaptı. Nitekim filme hiç de öyle görkemli bir gala yapılmadı. Filme tepkiler Amerikan başkanlık seçimlerinden sonra da yoğunlaştı. Çünkü Zegler bu kez kalbinin kırık olduğunu belirterek 'Trump seçmenleri ve Trump asla huzur bulmasın' dedi.
Rolün başkasına verilmesi gerektiği söylemlerinin artması üzerine Zegler, Trump seçmenlerinden özür dileyip 'Duygularımın beni ele geçirmesine izin verdim' diye konuşmuştu. Filistin'deki katliama sessiz kalmayan 23 yaşındaki Zegler ile 39 yaşındaki İsrail yanlısı Gadot'nun atışmaları arasında sessiz sedasız vizyona giren 300 milyon dolarlık devasa bir bütçeyle çekilen filmin bizim açımızdan en yeni olan kısmı Türkçe seslendirme kadrosu... Pamuk Prenses'i oyuncu ve seslendirme sanatçısı Selen Severcan seslendirirken Kötü Kraliçe'ye ise ünlü oyuncu ve şarkıcı Ayça Varlıer sesiyle hayat veriyor. Filmin müziklerinde ise La La Land ile dikkat çeken Oscar ödüllü besteciler Benj Pasek ve Justin Paul imzası var. Keşke dünya Pamuk Prenses'in kalbi kadar iyi, kendisi kadar güzel olsaydı da hiç bu katliamlar yaşanmasaydı... Her şey bu kadar ortadayken, yıllar sonra bu filmin böyle bir zamanda yeniden çekilmesi, filmin başrolüne de İsrail sempatizanı bir aktrisin konması bir tesadüften daha fazlası...