Kendi yarattıkları düşmanlarla savaştılar, filmini yaptılar. Milyonlarca dolarlık askeri güçleriyle saldırdıkları garibanları güya hayali düşmandan kurtarıp kendilerini kahraman ilan ettiler. Süper kahraman filmleriyle dünyanın büyük abisi biziz mesajı verdiler. Uzaya gittiler aya çıktılar gövde gösterisi gibi filmlerini yaptılar. Tüm insanların yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakkıyla eşit yaratıldığını ilan ettiler, milleti Amerikan rüyasıyla uyuttular... Artık deniz bitti... Koca Amerika kendisiyle ne zaman hesaplaşacak diye düşünmeye başlamıştık ki, geleceğin Amerika'sında yaşanacaklara dair öngörü niteliğinde bir film vizyona girdi. İç Savaş...
28 Gün Sonra, Ex Machina ve Yok Oluş gibi kült filmlerin senaristliğini yapan Alex Garland'ın yazıp yönettiği film, federal hükûmete karşı ayaklanan 19 eyaletin Amerika'yı iç savaşa sürüklemesini konu alıyor. Bu yanıyla günümüzde Amerikan hükümeti ve eyaletler arasında yaşanan olaylar sebebi ile öngörüsel bir önem taşıyan, halkı olacaklara hazırladığı düşünülen film Amerika'da oldukça tartışma yarattı. Amerika Birleşik Devletleri'nin çöküşün eşiğinde olduğunu göstermesi bakımından cesur diye nitelendirilen film, geçtiğimiz hafta vizyona girdiği Amerika'da ilk hafta sonunda 25,7 milyon dolarlık açılış hasılatı yaparak hem gişenin lideri oldu hem de ülke genelinde tüm zamanların en iyi açılış yapan bağımsız filmi unvanını elde etti.
AMERİKA ÇÖKÜŞÜN EŞİĞİNDE
Yakın bir gelecekte geçen hikâyede, ABD çöküşün eşiğine geliyor. Eyaletler karışıyor, kimin kimi neden öldürdüğüne dair herhangi bir sebep yokken, büyük bir kaos vuku buluyor. Amerika Başkanı'nı hedef alan eylemciler ile devlet güçleri arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Film, bu parçalanmış Amerika'nın hikâyesini anlatmak için, fotoğraflarıyla duruma tanıklık eden üç Reuters fotomuhabirinin yolculuğunu aktarıyor izleyiciye. Başkanla (Nick Offerman) son bir röportaj yapma umuduyla, dünyanın dört bir yanındaki vahşeti ve istikrarsızlığı görüntülemiş, tecrübeli bir savaş fotoğrafçısı olan Lee (Kirsten Dunst), deneyimli gazeteci Sammy (Stephen McKinley Henderson) ve Joel (Wagner Moura) her ne pahasına olursa olsun Charlottesville'deki cepheye ulaşmaya çalışıyor. Yanlarına Jessie (Cailee Spaeny) adında genç ve hevesli bir fotoğrafçının da dahil olduğu ekip New York'tan yola çıkıp Beyaz Saray'a gitme amacıyla bin 300 km yol kat ederek Başkan'ın Beyaz Saray'da saklandığı Washington DC'ye ulaşıyor. Batı'nın muhalif ordusu Florida ile ittifak kuran Teksas ve Kaliforniya, hükümet destekli, ordunun elindeki diğer eyaletlerle çatışıyor. Özellikle Teksas ve Kaliforniya'nın bağımsızlığını ilan etmesinin dikkat çektiği senaryoda, kahramanlarımız yol boyunca canları pahasına pek çok şiddet olayına tanıklık ediyor. Özellikle çömez muhabir Jessie, gözlerinin önünde yaşananlardan çok olumsuz etkileniyor. Bu noktada hayran olduğu Lee'nin tavsiyelerini dinleyip, duygusallığı bir kenara bırakıp olaylara farklı bakışla yaklaşması gerektiğini öğreniyor. Ancak Jessie, filmin sonunda tüm seyirciyi ters köşeye yatırıyor.
Genel itibariyle ben de pek çok sinemasever gibi, daha siyaset odaklı, olay örgüsü geniş, aksiyon ve çatışma sahneleri ağırlıkta bir savaş film bekliyordum. Ancak, foto muhabirlerinin yaşadıkları üzerinden daha durağan bir anlatı tercih edilmiş. Savaşın neden gerçekleştiğine dair sebepler de yüzeysel kalmış. 2021 yılında Joe Biden'ın seçim zaferi sonrası Trump yandaşlarının seçimleri protesto ederek, Beyaz Saray'ı bastığı görüntüleri hatırlarsınız. Kongreyi basan protestocuların, devlet güçleriyle çatışması, yaşanan olaylar, Amerika'nın utanç günlerinden biri olarak tarihe geçmişti. Filmde bana o anları hatırlatan yerler oldu. 'Herkes için adaletin olduğu özgürlükler ülkesi Amerika bölünemez.' diyen Başkan'ın filmdeki halini görünce, her an her şeyin olabileceğini anlamak güç değil.
Sahte kiralık katilin eğlenceli hikayesi
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 43. İstanbul Film Festivali güzel bir filmle başladı. 28 Nisan'a kadar sürecek festivalde 132 filmlik seçki arasından öne çıkan pek çok film var. Geçtiğimiz akşam CRR'de açılış filmi olarak gösterilen Hit Man de onlardan biri. Yönetmen Richard Linklater'ın gerçek bir hikayeden esinlenerek kaleme aldığı, gizemli bir kiralık katilin hikayesini anlatan film dünya prömiyerini Venedik Film Festivali'nde yapmıştı.
Glen Powell ile Adria Arjona'nın başrolleri paylaştığı film, polisle iş birliği yaparak olası suçları önlemekle görevli Gary Johnson (Glen Powell) isimli kiralık katilin hikayesini anlatıyor. Müşterileri onu sanki bir film karakteri gibi hayal ederken, Gary, aynı zamanda üniversitede mantık dersleri veren sivil bir polis. Kocasını öldürmek isteyen Madison'u (Adria Arjona) kararından vazgeçiren Gary, kızdan çok etkilenip ilişki yaşamaya başlayınca işler karışıyor. Yarattığı sahte kimlikle kurduğu ilişkiden memnun bir hayat sürerken, Madison'un da masum olmadığı ortaya çıkıyor. Glen Powell'ın başarılı performansıyla öne çıktığı film, 25 Nisan'da Beyoğlu'ndaki Atlas 1948'de, 26 Nisan'da Nişantaşı'ndaki Cinewam City's sinemalarında festival kapsamında seyirciyle buluşacak. Kaçırmayın.