Adviye Abla telefon etti. 40 yıl öncesinin fotoğrafı düştü, o hiç değişmeyen sesinden. Rahmetli kardeşim Şefik'in ameliyatı sonrası, hastane yatağının baş ucunda durmuşlar: Annem, Gülhanım anne-baba, Nezihe, Evser, Adviye ablalar... Çocukluğun anılar çemberinde bir başka mutlu günlerdi o günler.
HASRET, SILAYA ÜSTÜN GELDİ
Ailenin büyüklerinden Melek Hanım, anneannem; ablaları Anahanım, (sert görünse de yumuşak kalpli) ve Gülhanım (adı üzerinde yüzünde güller açardı nur misali) ise anne-baba... Bütün genç kızlar abla; aslında teyze ya da hala olsa da... Mukaddes Abla, Nedife Abla, Nezihe Abla, Adviye Abla, Gülhanım Abla, Evser Abla... Bütün gençler de ağabey: Sadullah Ağabey, Orhan Ağabey, Kadir Ağabey, Yılmaz Ağabey, Yıldırım Ağabey... Yalnızca rahmetli annem Şayeste'nin kardeşi Zeki; bir o 'ağabey' değil benim için: 'dayı'. Bir aile ki, kimi Kafkaslar'dan gelmiş; Türkiye'nin çalkantılı 100 yılı aşkın döneminde kimi Erzurum'dan, Van'dan... Kimi Horasan'dan, Narman'dan... Anayurtları hep hasret olmuş. Seferberlik demişler, Konya'yı yurt edinmişler; kimi orada evlenmiş, kimi İzmir'de çoluk çocuğa karışmış... Bir büyük aile... Çocuklar büyümüş, evlat sahibi; evlatlar torun sahibi olmuşlar. Peki, şimdinin ağabey, ablaları nerede? Anneanneler; anne-babalara ne oldu? Geçen hafta Kadir ve Orhan Ağabey; dayım Zeki, Evser ile Adviye Abla, belki de 40 yıl sonra ilk kez bir fotografinin objektifine durdular. Hasret, burada da sılaya üstün geldi; bir yandan kalp sızısı, bir yandan böbrek yetmezliği aralarında bulunmama engel koydu.
SEVDANIN KARŞI KONULMAZ HALİ
Ama sevginin, sevdanın karşı konulmaz seline engel koymak ne mümkün? Şimdi aramızda olmayan aile bireylerinin, başta annem Şayeste, babam Sıtkı, kardeşim Şefik'in bakar gibi baktım yüzlerine... O fotoğrafta Fazıl Amca da vardı; Anahanım, Gülhanım anne-babalar, Memet Dayı, Sadullah ve Yıldırım ağabeyler de... Ve yaşayanlar, torunlarından dahi torunları olan bütün ve büyük bir aile... Türkiye gibi...