"Hanım koş. Enflasyon canavarıyla kavga ediyoruz bütün gün." Desen desen bir kazak denizinde, 'enflasyon' sözcüğünün üzerine basarak haykırıyor. Tezgâhın çevresinde başı açık, kürklü, türbanlı, yaşlı-genç sayısız kadın. Tezgâh değil, bir karınca yuvası... Elden ele geçiyor kazaklar, havada uçuşuyor. Kalabalığın uğultusundan başım dönüyor. Bir an gözlerimi kapıyorum. Kazaklar ağızlarından alevler fışkıran birer canavara dönüşüyor; kadınlar, bu masal canavarını öldürmeye azmetmiş şövalyelere... Çilek Sokak'a Altıyol'dan girdim, sokak 'enflasyon' canavarları tarafından tutulmuş. Onun bir alttaki kardeşi Karadut Sokak da... Çilek'le Karadut Sokak'ın kesiştiği Vişne Sokak da öyle... Bütün sokaklar 'tezgâh'ların işgali altında... Hiçbir sokağın, caddenin o gün için adı tedavülde değil. Sokak altları satıcıların; üstleri çadırların, brandaların işgalinde... Hepsinin üzerinde de bağırışlar, yakarışlar: "Bu hafta 15'e, angora kazak..." "Eşarp beş bin..." "Akşam oldu böyle oldu." "Bizi izlemeye devam edin. Ucuzdan da ucuz burada." "Mağazanın hediyelik kalitesini getirdik." "Yapıştır." "Mağazalar yedi bitirdi sizi hanım, parça 15 bin." "Bu hafta çok para lazım." Vişne Sokak'ta 'yerleşik' kimi dükkânlar da tezgâh açmışlar. Kimilerinin dükkânı ise ellerinde... Don lastiği satanlar gibi, 'Tokai' çakmak satanlar gibi... Bir çakmak alıyorum. Bakıyorum markası 'Tokai' değil, ama beş bin lira... KDV'si olmasa da 'reklam' vergisini vermek gerek. Çilek Sokak'ta bir tezgâhta ithal kâse satılıyor: Yedi tanesi 30 bin lira. Tezgâhın iki ucu kartonlarla donatılmış: 'İthal kâse.' Kâselerin altına bakıyorum, ''Solmaz,'' yazıyor. "Bunlar ihraç malı olmasın?" diyorum, "Ne fark eder ağabey?" diye yanıtlıyor, "Ha ithal, ha ihraç, önemli olan ucuzluğu..." Salı Pazarı'nda her türlü insanı görmek mümkün. Her türlü alet edevatı görmenin mümkün olduğu gibi... Gözlerimi kapayıp gördüklerimi düşünmeye başlıyorum. Tahta kaşıktan halıya, yapma çiçeklerden neskafeye, yorgandan eşofmana... Yufkadan boks eldivenine... Günlük yaşamda akla hatıra ne gelirse... Bütün bunlar elbet 'enflasyon' denen canavarla savaş için... Bir ruj üç bin lira, oje de aynı fiyata... Yoğurtçu Çayırı Caddesi'nin ucunda elimde teyple duruyorum. Karınca yuvasından biri başını uzatıyor: "Bayanlar gizli kamera çalışıyor, dikkat..." Kurbağalıdere'nin iki yakası da işgal edilmiş. Hani neredeyse suyun üzerine sal atılıp tezgâh kurulacak. Tek nefes alınacak yer Fenerbahçe Stadı'nın önünde 'Reis Baba' Çayevi... Bahçesindeki kokoreçin kokusu derenin kokusuna karışıyor. Alışveriş yorgunu bayanlar burada çay molasında... 'Reis Baba'da bir çay içip günün yorgunluğunu atmak gerek, ama daha pazarda gezecek yerler var. Bir ahtapot düşünün. Kafası Yoğurtçu Parkı'nda, kollarından biri Altıyol'a, biri Selamiçeşme'ye, biri ta Hasanpaşa'ya uzanmış... Pazar değil kolları birbirine dolanmış bir ahtapot... Sanırım birkaç yıla kalmaz Kadıköy İskelesi'ne iner ahtapotun kolları... Ondan sonra bütün Kadıköy 'Salı Pazarı...'
***
16 Mart 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazdığım bu yazı 1998'de 'Sabah Kitaplar' arasında çıkan Gölgem İstanbul Sokaklarında kitabımda da yer almıştı. Geçen salı günü Kadıköy'de son kez kuruldu Salı Pazarı. Bundan sonraki yaşamını böylesi yazılarda sürdürecek herhalde... Beş yüz yıldır 'pazar kurma' geleneğini yaşatanlara inat, ülkemin yöneticilerine 'Salı Pazarı'nı sürgüne çıkarmak pek yakıştı doğrusu.