Gazetelerin spor sayfalarındaki başlıklara baktığımda sinir oluyorum. Ali Koç şunu getirecekmiş, Ali Koç bunu getirecekmiş. Türkiye'nin en zengini olan Koç Ailesi'nden ya... Parayı bastıracak, Fenerbahçe'yi şampiyon yapacak.
Kulübün tarihini biraz bilirseniz, "şunu getirecek, bunu getirecek" başlıklarının, fevkalade vahim bir anlayışa işaret ettiğini görürsünüz.
O anlayışın simge ismi Dr. Semih Bayülken'dir (1918-1989)... 'Şambaba' lakaplı Bayülken, 1970'li, 80'li yıllarda kulübü perde arkasından yöneten kişiydi. Cemal Süreya'nın 99 Yüz başlıklı portre denemelerinde yer alacak bir şöhrete ulaşmıştı.
Bayülken'in en büyük becerisi kulübe paralı başkan ayarlamaktı. Yeni bir başkan mı gerekiyor? Bayülken kolları sıvar, Fenerli işadamlarını yoklamaya başlardı. Sonunda birini kulübe başkan olmaya ikna ederdi.
Fenerbahçe ışıltılı bir vitrindi. Başkanı bütün Türkiye tanırdı. Başkanın ulaşamayacağı insan yoktu. Bunun karşılığında başkan kesenin ağzını açacak, dönemin en iyi futbolcularını transfer edecekti. Hele yetenekli bir Yugoslav oyuncu da alırsa; gel keyfim gel...
Bugünden bakıldığında anlamakta zorlanıyoruz: Türkiye'nin en büyük futbol markası, böyle vahim bir tarzda yönetilir mi? Ancak o devir öyleydi.
Birkaç yılda bir gelen şampiyonluklar bu abukluğun üstünü örtüyordu. (Başarı kör eder!)
Başlıklardaki tek sorun, paralı başkanlar dönemini hatırlatmasında değil. Aynı zamanda, bedavaya alıştırılmış halka hitap eden popülist bir mesaj olmasında: "Ben yan gelip yatayım, birileri çalışıp bana baksın."
Halbuki Fenerbahçe'nin, Avrupa'da başaltına oynayabilmesi için çağdaş anlamda kurumsallaşmaya ihtiyacı var. Başlangıçta ateşleyici olabilir ama normal bir dönemde hibe ya da borç olarak başkanın cebinden, beş kuruş dahi çıkmayacak. Harcamalar kulübün mali kaynaklarıyla yapılacak.
Yani kimse Ali Koç'tan paralı başkanlar dönemindeki gibi davranmasını beklemesin. Kulübe yıldız oyunculardan önce, kurumlaşmayı sağlayacak parlak yöneticiler transfer edecektir. Zaten etmeye de başladı.
Ancak şunu unutmamalı: Akılcı bir mekanizmanın kurulması, ha deyince olmaz. Kurumsallaşma zaman alır. Taş üstüne taş koyarak yapılır. Acı çektirir. Sabır gerektirir.
Ali Koç'un kurumlaşmada başarılı olup olmadığını asıl ne zaman anlayacağız biliyor musunuz? 10 yıl sonra Fenerbahçe'nin başkanlık koltuğuna, tek sermayesi iyi yönetmek olan bir beyaz yakalı oturduğunda... İşte buraya yazıyorum.
'ŞEKER BAYRAMI' DENİR Mİ?
Bütün okurlarımızın bayramını tebrik ederek yazıya başlayalım... Ramazanın ardından gelen üç günlük bu bayrama ne isim verilir?
Bir ara bu da politikleştirilmişti. Bazıları Ramazan Bayramı demeye özen gösterirken, bazıları da titizlikle Şeker Bayramı diyordu.
Öyle bir izlenim uyandırılmıştı ki sanki 'Şeker Bayramı' tabiri, cumhuriyet döneminde, Osmanlı'dan gelen Ramazanın Bayramı'nın yerini alması için uydurulmuştu.
Halbuki bu yanlış bir bilgiydi. Ramazan Bayramı'na Osmanlı döneminde de halk Şeker Bayramı derdi. Zaten Arapçası "iyd-i fıtr" idi. Yani iftar bayramı. Büyük bayram da denilen Ramazan Bayramı'na durup dururken veya kötü niyetle Şeker Bayramı denmemişti.
Bayram ziyaretine gelenlere şeker ikram etmek adettendi. Öteki bayramın alametifarikası nasıl kurbansa, ilk bayramınki de şekerdi. Ülkenin en eski şirketlerinin şekerci olması tesadüf değil elbette. Hacı Bekir'den alınan lokumların, akidelerin, badem ezmelerinin bayramıydı bu...
Halkın "iyd-i fıtr" tabirini telaffuz dahi etmesi mümkün değildi. Onlar Şeker Bayramı deyip geçiyordu. Arapçası ancak mürekkep yalamışların ağzına uygundu.
Bilhassa saraydaki ve konaklardaki bayram kutlamalarında şeker önemli bir role sahipti. Çocuklar ve çocuk ruhlular için şekerden kuş (papağan, leylek, tavus kuşu vs) ve hayvan (zürafa, at, kaplan, vs) heykelleri yapıldığını biliyoruz. Bazısı el kadar olan, bazısını ise ancak dört kişinin taşıdığı bu zarif şeker heykeller ne yazık ki günümüze kalmamıştır. Çünkü minyatürlerde gördüğümüz heykeller, büyük bir iştahla yenmiştir. İster şeker deyin, ister Ramazan; nihayetinden bu lezzetli bir bayramdır.
PEYNİR BAĞIMLISIYIM
Sigarayı 10 yıl önce bıraktım. O zamandan beri hiç içmedim. Ancak alışkanlıkların birini terk ettiğinde, başka bir alışkanlık hayatında kapladığı yeri genişletmeye başlıyor.
Sağda solda okuduğum makalelerden sonra, son yılarda yaşadığım sorunun bir de kitabı çıktı: Peynir Tuzağı (Yabancı Yayınları)...
Kuşkularım doğruymuş. Dr. Neal Barnard özetle şöyle diyor: "Peynirde çok kalori olduğu için şişmanlatır... Ancak bu kadarla kalmaz; bir de bağımlılık yaratır."
Kendimden biliyorum. Peynir yemezsem doyduğumu hissetmiyorum. Normal bir yemeğin ardından, o doymuşluk hissini yaşamak için, ağzıma bir parça ekmekle birlikte peynir atıyorum.
Bazen de şöyle oluyor... Karnım acıkıyor. Dolapta sevdiğim bir yemek var. Alıp ısıtayım. Dur bir dakika: Sert ve tam yağlı bir kalıp Ezine peyniri abisine göz kırpmakta... Boş ver şimdi yemeği. Hemen bir dilim kesiyor, ekmeğin içine koyuyorum. Yanına bir dilim domates. Oh!
Dikkat ederseniz yukarıdaki satırlar, normal bir açlığın değil, bir bağımlılığın ifadesi. Peynir delisi bir insanın sözleri... Neden böyle? Çünkü peynirin içinde, az miktarda da olsa bağımlılık yapan maddeler var. Morfin, eroin gibi uyuşturucular beyinde hangi bölgeleri etkiliyorsa, peynirdekiler de aynısını yapıyor.
Amerikalı doktor Neal Barnard, gayet anlaşılır bir dille fazla peynir yemenin zararlarını anlatıyor: Kilo alırsınız... Kolesterolünüz yükselir... Yüksek tansiyon hastası olursunuz... Eklem rahatsızlıkları meydana gelir. Ve daha neler neler..
Peynir perhizine girmeden önce, ağzıma bir dilim Trakya kaşarı atsam mı acaba?