Tatil deyince aklıma deniziyle güneşiyle Ege gelir (Kum şart değil; olsa da olur, olmasa da...) Eğer "Niye Karadeniz değil, orada da deniz ve güneş var; üstelik yeşili çok daha bol" diyecek olursanız... Karadeniz beni korkutuyor. Birkaç yıl önce memleketin dört bir köşesinden çocukların katıldığı bir resim yarışmasında jüri üyeliği yapmıştım. Konu, denizdi. Ege ve Akdeniz bölgelerinden gelen çocuklar denizi plajıyla, yüzen insanlarıyla, yelkenlileriyle masmavi bir 'oyun' alanı olarak resmetmişti. Şişme botlar, muzlar, dondurmalar gırlaydı. Herkes mutluydu, eğleniyordu. Kâğıtlar mavi ağırlıklı ama geçen duygu pespembeydi. Karadeniz bölgesinin çocukları ise denizi büyük balıkçı tekneleriyle bir 'iş' alanı olarak çizmişti. Üstelik rengi de hep koyuydu. Bırakın laciverdi, kâğıdı siyaha boyayan bile vardı. Niye? Çünkü hemen hepsinin bir akrabası, bir yakını Karadeniz'e açıldıktan sonra geri dönmemişti. Fonda Kâzım Koyuncu'nun, Şevval Sam'ın sesi duyuluyor, deniz hep sevdiklerimizi alıyor, bizden ayırıyordu. Belki gittiğim mevsimin sonbahar olmasındandır, Karadeniz'i yerinde gördüğümde de 'mesafem' değişmedi. Doğru, yeşilin tonları gerçekten de nefes kesiciydi. Ama yağmurun ve kötü havanın da etkisiyle kararan deniz, insanda zerre kadar girme, yüzme, burada tatil yapma arzusu uyandırmıyordu. Pusuda bekliyor gibiydi. Ya beni alacaktı ya seni maazallah!
KARADENİZ'İN AZ TUZLU SULARI...
Karadeniz'e ilişkin duygumu, yargımı (isteyen 'önyargı' diyebilir) değiştiren yer ise İğneada oldu. İğneada Kırklareli'ne bağlı... Türkiye'nin en kuzey-batı ucu. Ondan sonrası Bulgaristan... İstanbul'dan 250 km gidiliyor diyelim; yolları gayet iyi... Bu yörede çok güzel üç turizm alanı var. İlki epey uzun ve kumlu sahilli... Sabah erkenden yola çıkanlar, öğle saatlerinde kendini Karadeniz'in az tuzlu sularına bırakabilir. Acıkanlar Trakya bölgesinin meşhur köftesiyle karnını doyurabilir. Tavsiyem, geceyi orada geçirmeniz. Akşam yemeğinde çiftlik yetiştirmesi olmayan, taptaze deniz balığı yeme imkânı tepilmez.
LONGOZ ORMANLARI
İğneada deniz ve kumdan ibaret değil. İkinci önemli turizm alanı olan, Istranca ormanlarının bir parçasını oluşturan Longoz ormanlarını görmeniz lazım. Denize akan dereler, taşıdıkları toprak ve taşlarla kendi kendilerini engelliyor. Bunun üzerine, trafiğin geriye doğru şişmesi gibi, sular birikmeye ve düz arazileri kaplamaya başlıyor. Meydana gelen geniş sulak alanlarda ağaçlar yükseliyor ve kendine has longoz ormanları oluşuyor (Rumca 'longoz' kelimesinin Türkçesi 'subasar'). Eğer yeşilden hoşlanıyorsanız Longoz ormanlarını mutlaka görmelisiniz. Çünkü başlı başına bir doğal değer. Çok ama çok fotojenik. Benzeri dünyada da pek az... Milli Park statüsüne alınması boşuna değil. Hele bitki örtüsü ve kuşlar da ilginizi çekiyorsa, şahane bir ortam. Ağaçkakanların ağaçlarda açtığı yuvarlak delikler, ömrünü tamamlayıp yere devrilmiş gövdeler üstünde yetişen mantarlar... Tam Instagram'lık! Çevrede piknik yapabileceğiniz bir sürü yer var. Eti yol boyunca taşımak yerine, civardan alabilirsiniz. Bazı köyler bu işte uzmanlaşmış. Mesela İğneada yolu üzerindeki Yenice köyü kasap dolu. Buralarda sadece düz et değil, Trakya'nın ünlü kuru eti de satılıyor. Ayrıca çeşit çeşit peynir mevcut...
DUPNİSA MAĞARASI
Buranın üçüncü önemli turistik alanı, bir başka doğa harikası: Milyonlarca yıllık geçmişe sahip olan Dupnisa Mağarası... Demirköy ilçesinin Sarpdere köyü civarında yer alan bu mağara ışıklandırılmış ve yürüme yolları yapılmış durumda. Yani çoluk çocuk gezmek mümkün (İçerisi epey serin, üstünüze bir şey almayı unutmayın). İki katlı Dupnisa'nın alt katına 'sulu mağara' deniyor çünkü Türk-Bulgar sınırını oluşturacak olan Rezve deresi, mağaranın içinden çıkıyor. Üst katta ise 'kuru mağara' denen bölüm var. Buraya merdivenle çıkılıyor. Mağarayı gezerken bir santimi 12 yılda oluşmuş sarkıt ve dikitlere rastlıyorsunuz. Etkilenmemek imkânsız. Trevanian'ın dünyaca ünlü Şibumi romanındaki görkemli ve esrarlı mağara tasvirlerini okurken "Ah ben de bir mağara gezsem" diye düşünmüş olup da fırsat bulamayanlar, adı Bulgarca 'delik' anlamına gelen Dupnisa'yı mutlaka görmeli. Eğer bölgeye ilk gidişiniz olacaksa, dönüş yolunda "Yahu buraya niye daha önce gelmedik ki" diye hayıflanacaksınız. Hatta Ayten Alpman'ın izinden, "Havasına, suyuna... Taşına, toprağına..." diye başlayıp "Bir başkadır benim memleketim" diye bitirebilirsiniz de...