Küresel düzeyde bir göç çağındayız. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre dünyadaki göçmen sayısı 300 milyona yaklaşıyor.
Bir analojiyle ifade edersek eğer, diyebiliriz ki sadece Türkiye'nin değil dünyanın neredeyse her ülkesinin kendine göre bir 'Suriyeliler' olgusu var.
İngiltere'nin Suriyelileri Hintliler ve Pakistanlılar, ABD'nin Hispanikler, Fransa'nın Cezayir, Tunus ve Faslılar, Almanya'nın Türkler, İran'ın Afganistanlılar, Fas'ın Afrikalılar, Kolombiya'nın Venezuelalılar ve son olarak Polonya'nın Suriyelileri ise Ukraynalılar gibi görünüyor.
BM Yüksek Komiserliği ve Göç Kuruluşu'nun son raporuna göre dünyadaki 281 milyonu bulan göçmen kitlesinin 82 milyon 400 bini işkence, çatışma, şiddet, insan hakları ihlali ve ciddi zulüm tehdidi gibi sebeplerle zorla yerinden edilen insanlardan oluşuyor.
34 milyon insan ise çeşitli ülkelerde mülteci veya sığınmacı olarak yaşama tutunmaya çalışıyor.
Buna Ukrayna'daki savaşın yol açtığı milyonlarca yeni göçmeni de eklediğimizde bilanço hayli kabarıyor.
Sınırları içerisinde 3 milyon 700 bin Suriyeliyi 'geçici koruma' altında barındıran Türkiye son sekiz yıldır dünyada en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumunda.
***
Son zamanlarda Suriyeli göçmenler üzerinden ülkemizin hem iç hem de dış politikasına yönelik yoğun bir manipülasyon çalışması göze çarpıyor.
Kuşkusuz dünyanın farklı ülkelerindeki
'Suriyelileri' tanımlamakta devletler ve insanlar genelde
iki kutba ayrılıyor. Kimi mülteci ve göçmenleri
bir realite kimi de
temel bir sorun olarak görüyor.
Bakış açısı
negatif, dışlayıcı ve yıkıcı olanlar, göçmenleri sorunun kaynağı
diye algılar.
Bakış açısı olumlu, inşacı ve yapıcı olanlar ise mültecileri sorun değil sorunları bulunan insanlar diye algılar.
Zira göçmenler bir meseleden ziyade stratejik bir
insani göç yönetimi ile bakılması gereken
kritik bir realitedir.
Türkiye ister
Almanya'daki Türkler olsun ister Avrupa'daki Müslümanlar olsun; Afrikalılar, Arakanlılar yahut ABD'deki Latinler olsun göç olgusuna hep
çözüm üreten
yapıcı bir rasyonalite ile yaklaştı.
Çünkü ırkçı ve şovenist mantık, göçmeni hep ana problem diye yaftalar. Amerikalısı Meksikalıları, Alman'ı Türkleri, Fransız'ı Afrikalıları, İngiliz'i Hintlileri, İranlısı Afganları ve bu sınıfın Türk'ü de Suriyelileri toptan mahkûm eder.
***
Bu jakoben yaklaşıma göre eski Türkiye'de Müslümanlar toptan gerici, Kürtler de toptan bölücü diye damgalanırdı. Oysa
AK Parti'nin ezberleri bozan siyaseti önce tanımları değiştirdi, ardından
da zihniyetleri dönüştürdü.
Fakat dünya ne yazık ki göçmenler konusunda geriye gidiyor. Küresel düzeyde Batı'da yabancılara yönelik
1980'lerdeki 'adaptasyon' süreci, 1990'larda yerini 'entegrasyona' ve 2000'lerden sonra ise 'asimilasyona' bıraktı.
Küresel bir
faşist salgın söz konusu. Artık Batı,
mavi gözlü sarışınlar dışında asimile olmayı kabul etseler bile kimseyi
kabul etmiyor.
İnsani ve ekonomik çözümler üretilemeyince göçmenleri
'tehlike, korku ve suç' kaynağı olarak gösteren ırkçı ideolojilere gün doğuyor.
'Sınır dışı etme, yurttaşlıktan çıkarma ve tutuklama' ile tehdit eden
anlayış ırkçılığı ve ayrımcılığı sistemleştirerek
göçmenleri ekonomik, sosyal, kültürel
ve siyasal haklardan mahrum
'yasal azınlıklar' haline dönüştürüyor.
Kendilerini insancıl olarak tanımlayan
Batılı liberal kesimlerin refah şovenizmi de
gettolara, paralel topluma ve etnik kolonilere yol açıyor.
Ne var ki Türkiye izlediği çözüm odaklı göç stratejisiyle Batılı faşist ve ırkçı zihniyetin kimyasını bozan bir
Siyah Kuğu işlevi görüyor.
İnsan hakları havariliğini kimseye kaptırmayan
Batı'ya adeta insanlık dersi veriyor.
Bu bağlamda Türkiye, Suriye'den sonra
Ukrayna krizinde de görüldüğü üzere dünyanın açık ara '
ahlaki süpergücü' olduğunu yeniden tescilledi.
Bu stratejinin kazanımları hesap edilemeyecek kadar değerlidir.
İşte bu yüzden göçmenleri görünce aklı ve ruhu göçen iç ve dış odaklara inat Türkiye yolundan sapmıyor, sapmayacak.