Haftanın gündemi günümüz basın pratiğine egemen olan haber değerlendirmesi, 'seçme-ayıklama' ile ilgili.
Konuyu bu köşeye taşımaya fırsat kalmadan Hıncal Uluç açtı. Defne Joy Foster ile ilgili - çok tepki toplayan - görüşleri nedeniyle iki kişi tarafından aleyhine açılan açılan davayı kaybeden Uluç, taraflara 10'ar bin lira tazminat ödemeye mahkûm edildi.
Geçen Perşembe günü yazdığı yazıda, haklı bir içerik şikâyeti seslendirdi Uluç. Şöyle yazdı:
"Bu haber, dünkü Sabah'ta yoktu... Bir gün evvel erken saatlerden itibaren internette dönmeye başlayan ve ertesi gün hemen her gazetede yer alacağı bilinen haberi Sabah'a koymamanın hiçbir gerekçesi olamaz.
Bu haberi görmezden gelmek, hem okurun haber alma hakkına her zaman saygı ilkemize gölge düşürür. Hem de, tam tersine etki yapar, beni en azından bazı okurlara karşı müşkül durumda bırakır. Haberin girmesini benim engellediğimi düşünebilirler. Bu da beni küçültür..."
Tepki yerindeydi. Kimi kesimler görüşlerini "aykırı", "kabul edilemez" vs bulmuş, ve konu sert tepkilere tartışmalara yol açmıştı. Bir ucunda "ifade özgürlüğünün sınırları ve vicdani sorumluluk" olan gelişmenin öbür ucu ise yargıya yansımıştı. Mahkumiyet beklenen veya beklenmeyen bir sonuç olsun olmasın, 'haber değeri' pek bir tartışma götürmediği için, hemen farklı mecralarda yayınlandı.
Özellikle son 20 yıldır iyice bulanıklaşan "habercilik kalitesi" ortamında, bunun rahatsızlığını yaşayan geniş bir okur ve izleyici kitlesi var. Zeki, uyanık, eğriyi doğruyu ayırt eden, sorgulayıcı bir okur profili bu. Haberin yayınlanmasında veya yayınlanmamasında, genel gazetecilik kriterleri dışında sebepler arayan, içine bir şekilde şüphe kurdu düşmüş bir okur...
Arkın Demir bunlardan biri. 20 yıllık SABAH okuru olduğunu belirterek, eşi ile arasında çıkan "SABAH eskisi kadar tarafsız mı, korkusuz mu, özgür çizgisini yitirdi mi?" tartışmasını dikkatimize getirip soruyor:
"Neden Sabah'ta Deniz Feneri haberleri es geçiliyor? En son görevden alınan savcılardan neden bahsedilmiyor? Darbecilere yöneltilen haklı sert bakış neden hırsızlar için kullanılmıyor?"
Bahsettiği gelişme, Deniz Feneri soruşturmasını yürüten üç savcının, Ankara Başsavcısı tarafından 26 Ağustos tarihinde görevden alınması ile ilgili. Yargı bağımsızlığı tartışmalarının sürmekte olduğu ülkemizde, bu davanın seyri de kamuoyunun radar ekranında durmakta.
Acaba bu haberler SABAH'tan teğet mi geçti? Ya da bu izlenimi yaratacak şekilde bazı "açı farkları" mı ön plana çıktı?
Ombudsman'ın araştırmasında ortaya çıkan tablo şöyle özetlenebilir:
Haber, gelişmenin patlak vermesinin ertesi günü, yani 27 Ağustos'ta baş sayfadan kısa bir anonsla görülüp, iç sayfada yine kısa haberler arasında sunulmuş. Bu haliyle elbette bilgiyi vermiş, ama okurun kafasında araştırmaya dayalı haber, analiz ve yorum gerektiren soru işaretlerini de doğurmuş. "Neden?" sorusuna yanıt için beklentiler doğmuş.
Fakat, devamı 28 Ağustos sayısında gelmemiş. Konuya köşesinde tek el atan, yine habersiz geçen 29 Ağustos sayısındaki kısa yorumuyla Nazlı Ilıcak olmuş. 30 Ağustos - 2 Eylül arasında yine bir boşluk var. Tek yorum, 3 Eylül tarihli iki parçalı yazısıyla yine Nazlı Ilıcak'tan gelmiş. Bunu yine aynı yazarın 5 Eylül tarihli yazısı izlemiş.
6 Eylül'de geniş bir haber Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in açıklamalarına ve iddialara ilişkin yanıtlarına ayrılmış. Ilıcak bunu tek yazar olarak ertesi gün yine kritik bakışla yorumlamış. Ama daha sonra haber ve analizde yine bir boşluk var..
Okurumuzun sitemi işte böyle bir kronolojik çerçeveye oturuyor.
Şunlar söylenebilir:
12 Eylül 2010 referandumu ardından hız kazanan yargı reformu, yeni düzenin yargı bağımsızlığı lehine yerli yerine oturması için, basının sıkı takibine ihtiyaç duyuyor. Deniz Feneri davası bu bağlamda önemli bir süreçtir. Kaldı ki, açılan çok kesitli tartışmada bakan da devreye girme kararını vermiştir. Demek ki, haberci merceğini gerekli kılan bir durum söz konusuymuş. Bu mercek kullanılmamış.
Medyanın çoğulcu yapısının güçlendiği, internetin yadsınamaz erişim ve kapsama gücünün olduğu ortamda, haber değeri taşıyan gelişmeler göz ardı edilemez. Hak ettiği yer verilmeyen haber okurda şüpheleri yeniden üretir. Kimi haberleri es veya teğet geçmek, sadece "güven açığı"nı besliyor.
Geçen gün bir okurumuz bana "Türkiye'de muhalif basının sesinin kısılmasına ne diyorsunuz?" dedi. Cevaben şunu söyledim: "Muhaliflik üzerinden basın tartışılmaz, çünkü böyle bir kriter yoktur. Basın, eleştirellik üzerinden tartışılır. Ülke medyasındaki esas mesele, muhalif köşe yazılarının eksik olması değildir, çünkü bunlar var ve yazmaya devam ediyorlar. Bugünkü esas mesele 'bağımsız habercilik'tir. Haberciyi sorumlu kılan da, ille de 'muhalif' olması değil, doğru ve (her tarafa karşı) adil olmasıdır. Okurun haber alma hakkına saygı, onun kılavuzudur. Siyasiler gerçeği bazen sevmeyebilir, ama gazeteci gerçeğe sadakati ölçüsünde gazetecidir." Gerçeğe sadakat, "haber değeri"ne cesaretle sahip çıkmaktır. Bütün bunlar bir gün daha iyi anlaşılacak.