Toplumsal yaşamımızda "Ah bir Avrupalı olsak" diye söylenen ve Türkiye'nin nesi varsa küçük gören insanlara rastlamadık mı? Ortadoğu'dan gelen çaresiz sığınmacılara Avrupalıların neler yaptıklarını ve onları insan yerine koymadıklarını görünce "Ah bir Avrupalı olsak" diyerek kendi ülkelerinin insanlarını da, geleneklerini de aşağılayanlar acaba ne düşünüyorlardır?
Düşünün ki aynı durumun benzeri 1960'lı yıllarda Avrupa'ya "Misafir işçi" olarak giden Anadolu insanının da başına geldi. Bir çokbilmiş Avrupalı sosyolog "Biz Türkiye'den işçilerin gelmesini bekliyorduk. Oysa insanlar geldi" dememiş miydi?
Gecikmeli olsa da...
Avrupa ile siyaset ve hukuk alanında aynı titreşim katsayısına ulaşmamız biraz zaman aldı. Oldukça büyük bir gecikme ile olsa da (Rönesans'tan Tanzimat'a 300 yıl var) Türk toplumu (veya Osmanlılar) 19'uncu yüzyıldan başlayarak, "Aydınlanma Çağı"nın gereklerine uymaya başladı. Şeriat hükümleri ile ters düşmemeye çalışan "Mecelle-i Ahkâmı Adliye" Avrupa hukukunun kurumlarını bu topluma taşıdı.
İstanbul'dan çıkanlar
Bir anlamda kendi coğrafyanızın ürünlerini gecikmeli olarak benimsemenizin öyküsüdür de bu... Mesela Cumhuriyet'in 1926'da kabul ettiği "Medeni Kanun" 6'ncı yüzyılda İstanbul'da kodifiye edilen "Justinyen Kanunları"nın veya "Corpus İuris Civilis"in, İsviçre üzerinden Türkiye'ye geri taşınması değil midir? Şimdi bazılarının "Kırmızı çizgi" olarak kabul ettikleri ve tartışılmaz olarak gördükleri "Parlamenter Sistem"in yeri, bu açıdan nerededir dersiniz? Dört kez askeri darbelerle kesilip sürdürülen Parlamenter Sistemimiz, gerçekten "Milli mefahir"imizin bir öğesi midir?
Paris özlemi üzerine
Neyse... "Ah bir Avrupalı olsak" diyerek iç geçirenlere anlatacak yaşanmış bir olay var belleğimde. Rahmetli Nadir Nadi anlatmıştı... Dönemin çok ünlü yazarlarından biri sürekli "Ah bir Paris'e gitsem" dermiş. Bu yazar çok iyi Fransızca bilirmiş ama Paris'i görmemiş olmanın ezikliğini de, yürekten hissedermiş... Derken bir gün Fransız hükümeti bir grup gazeteciyi Paris'e davet etmiş. Davetliler arasında, "Ölmeden evvel Paris'i göremeyecek miyim" diye yakınan yazar da varmış.
İstanbul özlemi
Bizim gazeteciler cümbür cemaat "Air France" uçağına binmişler. Paris tutkunu yazar hem heyecanlı, hem de şaşkınmış uçakta. Pek konuşmuyormuş. Paris'te havaalanına inmiş uçak. Hepsi merdivenlerden inmeye başlamışlar. Bizim "Ah Paris'e gitsem" diye tutturan yazar, ayağı Paris toprağına değer değmez "Ah bir İstanbul'da olsaydım" demiş. Sonra da "Ben burada yaşayamam. Beni İstanbul'a geri gönderin" diye yakınarak, karşılayan Fransızlara yalvarmaya başlamış.
Çözüm bulmuşlar
Arkadaşları ne yapacaklarını şaşırmışlar. Sonunda bir çözüm üretmişler. Paris'te Türk yemekleri yapan ve Türkçe bilen bir Ermeni'nin lokantasına götürmüşler bizim yazarı. Orada bırakmışlar. Onlar bir hafta Paris'i gezmiş, röportajlar yapmışlar. O arkadaşları ise bir hafta o Ermeni lokantasında oturup, rakı içmiş, pilaki, topik, ciğer yemiş. Kendini İstanbul'da gibi hissetmiş... İstanbul'a dönüş zamanında da, lokantaya uğrayıp almışlar arkadaşlarını, havaalanına gitmişler.
Hep o şarkı...
Aslında bu yazarın ikilemi, bizim siyaset ve düşünce hayatımızın da öyküsü olamaz mı? Bir terör eylemi sonunda Paris'te süresiz olağanüstü hal yaşanmasını görmezden gelip, bizdeki terör eylemlerine güvenlik güçlerinin müdahalesini ise "Demokrasi ve hukuk çiğnendi" şeklinde yorumlayanlar yok mu yani?