Demokrasimizi zaman zaman yatağa düşüren hastalıkları teşhis edebiliyoruz. Bunlardan bazılarını tedavi de ettik. Mesela söz konusu hastalıklardan biri, sivil siyasetçilerin uzlaşmazlığından kaynaklanan "Yönetim boşluğu" değil miydi?
12 Eylül döneminin ünlü orgenerallerinden birine "Asker ne zaman darbe yapmaya karar verir" diye sorduğumda şu cevabı almıştım:
- Ülke yönetiminde boşluk olduğu zaman biz duruma müdahale ederiz ve boşluğu doldururuz... İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'ı İngilizler basıp kapattı, biz Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ni kurduk. CHP-Demokrat Parti kavgası TBMM'yi çalışmaz hale getirdi, biz 27 Mayıs'ı yaptık. Sağ-sol kavgası ülkeyi bölüyordu. Biz 12 Mart'ı yaptık. Ecevit ile Demirel'in kavgaları yüzünden TBMM Cumhurbaşkanı seçemez hale geldi. Biz 12 Eylül'ü yaptık...
Artık boşluk yok
Son askeri darbe olan "28 Şubat"ta ise birbiri ardınca kurdurulan hükümetler döneminde sade yönetim boşluğu doğmadı... Ülke tarihinin en büyük ekonomik krizi de yaşandı. Ve sonuçta 2002 genel seçimleri ile içine girilen dönemde "Yönetim boşluğu" da, bu boşlukları doldurmak için pusuda bekleyen "Askersivil bürokratik oligarşi"nin "Vesayet mekanizmaları" da geride kaldılar...
Bazılarına göre de demokrasimizin kalıcı sağlığa kavuşması için gereken en önemli şey "Şeffaflık"tır... Sanırım şeffaflık isteyenler bu konuda ülke gerçeklerini görmezden gelmekteler... Çünkü Türkiye'de uzunca bir süredir gizli kapaklı yapılan her şeyi, kamuoyu adeta canlı yayından izliyor.
Her şey ortada
Ne dinlenmedik telefon kaldı, ne de bu dinlenen telefonlardaki konuşma bantlarının medyaya verilmesinde (veya sızdırılmasında) herhangi bir aksama oldu... Rakip medya sermayelerinin birbirlerini karalayarak teşhir etmeleri sayesinde, medyanın ipliği öncelikle pazara çıktı. Siyasi ve bürokratik karşıt grupların çabaları ile de en kapalı devlet kurumlarının içindeki hizipleşmeleri bile öğrenmedik mi?
Bu arada sade sanat ve gösteri dünyasının yıldızlarının değil ünlü siyasetçilerin özel hayatlarını yansıtan video bantları bile, kitleler tarafından izlendi.
Biliyoruz da ne oluyor?
Yakın geçmişte "Susurluk" ve "Neşter" gibi kavramlar, "Hortum" ve "Türkbank" gibi dosyalar, "Andıç" ve benzeri olgular bunlara ilişkin isimler ve kurumlarla, toplumun belleğine yerleştiler. Bu dönemde de "Pensilvanya Örgütü"nün nerelere sızdığını, hangi siyasi partilerin bunlarla ne tür ilişkilere girdiklerini, yargının bunlar tarafından kimlere karşı nasıl kullanıldığını da öğrendik.
Kısacası demokrasimizin "Şeffaflık" konusunda bir eksiği yok. Oldukça uzun süredir kapalı kapılar arkasında yapılan şeylerin hepsini herkes biliyor... "Biliyoruz da, sonra ne oluyor" meselesine gelince ise, durum burada biraz karışıktır.
Müeyyidesizlik mi?
Çünkü herkesin her şeyi bilmesine karşın, kapalı kapılar arkasında, eskisi kadar yoğun biçimde yine işler çevrilmektedir. Çünkü açığa çıkan ve herkes tarafından bilinen konuların sorumluları, hiçbir şey olmamış gibi normal yaşamlarını sürdürmektedir. Hatta bunlardan bazıları, belirli çevrelerce kahraman gibi algılanmaktadır.
Yani acaba eksik olan şey şeffaflık değil de "Müeyyidesizlik" midir? Mesela 28 Şubat'ın faillerinin de, azmettirenlerinin de hayatlarında ne değişti ki? Veya her seçimde yenilen siyasetçiler için tek siyasi müeyyide onların kasetlerinin de ortaya çıkması mıdır?