Turgut Özal Başbakandı.
Evime konuk gelmişti. Yemek öncesinde sohbet ediyorduk.
Bir basın patronunu anlatıyordu...
- Ben böyle adam görmedim. Benden bir şey istediği zaman "Olmaz, mümkün değil" dememim hiç etkisi olmuyor. Ertesi gün bir yakınımı bulup onun üzerinden isteğini yine önüme getiriyor. Yine "Hayır, olmaz" diyorum. Bu defa bir yüksek bürokrat veya bir general kullanılarak, aynı istek bir kez daha önüme getiriliyor. Bu adam bir şeyi elde etmeyi kafasına koyduğunda, bir parazit gibi sizi hiç rahat bırakmıyor.
Eğer devrede "Medya gücü kullanılarak kamudan ayrıcalık istemek" meselesi olmasa, Özal'ın bu basın patronu için anlattıkları sade bir girişimcide değil, hayatta başarı kazanmak isteyen her insanda bulunması gereken bir niteliktir.
Buna eski dilde "Fikr-i takip" denilir.
Başlanan bir işi sonuna kadar götürme kararlılığı veya hedefe kilitlenmek şeklinde de anlatılabilir bu nitelik.
Vehbi Koç örneği
Rahmetli Vehbi Koç bu niteliğe fazlasıyla sahipti.
Ne var ki onun gazetesi de yoktu, onun yaşadığı dönemde zaman daha yavaş geçerdi.
Örneğin domatesi salçaya çeviren bir agro-endüstri girişimini gerçekleştirmek için, karar vermesi ile sonuca ulaşması arasında 20 yıl geçmişti.
Bizim dünyamızın insanlarında bu nitelik fazlaca bulunmadığı için "Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir" benzeri deyişler vardır.
Medya gücü kullanılarak amaçlanan hedefe daha hızlı varılacağı görüldüğü için, bu alana girmeye hevesli girişimcilerin sayısı son dönemlerde oldukça artmadı mı?
Korkmaz Yiğit ve Uzanlar
1990'lı yıllarda tanık olduğum bir sahneyi daha önce de yazmıştım. Rahmetli arkadaşım Feyyaz Tokar'ın yalısındaki bir davette, tanışık olmadığım bir müteahhit yanıma gelmiş ve "Bir gazete, bir televizyon kanalı, bir de banka almak istiyorum, bana yardım eder misiniz" demişti.
28 Şubat'ın ayyuka çıkmış rezaletlerinden biri de Korkmaz Yiğit isimli bir müteahhidin, hem banka, hem gazete hem de televizyon kanalı sahibi kılındıktan sonra adliyelik olması değil midir?
Veya gazeteleri ile televizyon kanallarında rakiplerine veryansın ederken, bankalarındaki mevduatı kendi kasalarında tuttukları anlaşılan Uzanlar'ın serüvenini bilmeyenimiz var mı?
Ya da "Banka sahibi" olmayı "Medya patronu" olmaya tercih eden Dinç Bilgin'in yaşadıklarını unuttuk mu?
Özgürlük mü imtiyazlar mı?
Bütün bu yaşananların ertesinde galiba herkesin bir tercih yapması gerekiyor.
Aynı anda "Şu şirketi aldım, şu şirketi sattım, şu gazeteciye köşe verdim, şu gazeteciyi de kovdum, şu bankayı aldım, şu bankayı sattım" derken "Gazetemde atılan manşetlerden haberim yoktu" diye konuşabilenleri, toplum eskisinden farklı biçimde değerlendiriyor.
"Basın özgürlüğü" kavramı yaşananlar nedeniyle "Basın patronlarının imtiyazlı konumları" ile iç içe geçip çarpıtılmadı mı yaşadığımız yakın dönemde?
İşi daha da zorlaştıran bir başka gelişme de "Google" denilen sınırsız belleğin insanlığın hizmetine sunulmasıdır.
Artık hiçbir şey unutulmuyor.
Şehre inmeseydi...
Gazeteleri ve televizyon kanalları darbeleri körüklerken "Ben o sırada tatildeydim" diyebilen medya patronlarını dinlerken, Kemal Tahir'in anlattığı bir anekdotu hatırladım.
1912'deki Balkan Savaşı'nda köyü Bulgar askerleri tarafından işgal edilen Bulgar Türk'ü, ailesi ile İstanbul'a göç etmiş.
Dönemin bir gazetecisi bu göçmene "Bulgar askeri nasıl oldu da senin köyünü alabildi" diye sormuş... Adamcağız boynunu bükmüş, " Vallahi ben o gün şehre inmiştim, haberim yoktu, müdahale edecek durumda değildim" diye cevap vermiş.