Gelişmiş demokrasilerde iktidardaki partiler ülkeyi iyi yönetemezlerse, ilk genel seçimde iktidardan indirilirler.
Bazı gelişmekte olan ülkelerde ise iktidarda kalmak için ülkeyi iyi yönetmek yetmez.
İç dinamikler ve dış konjonktür kriz üretimi konusunda izdüşümüne girdikleri zaman, mesele "İktidarda kalmak"tan öteye "Ayakta kalmak" noktasına taşınır.
Bu durumları biz Türkiye'de askeri darbeler öncesi gelişmelerde veya tırmandırılan terör ve anarşi süreçlerinde görmedik mi?
Olaya bu açıdan bakıldığında "İç dinamikler" listesindeki en ağırlıklı öğe "Askerler" di.
Eğer bir Genelkurmay Başkanı "Altımı tutamıyorum" diyerek kamuoyuna mesajlar veriyorsa...
Ankara gazetecileri geceleri Genelkurmay'ın pencerelerini gözetleyip ışıkların sabaha kadar açık olduğunu vurgulayan haberler yapıyorlarsa...
Bu tür işaretler iç dinamiğin en ağırlıklı öğesi olan askerlerin, iktidarın ayakta kalmasını istemedikleri şeklinde yorumlanırdı.
İstanbul sermayesi
İç dinamiklerin ikinci en ağırlıklı öğesi de 1970'lerden itibaren TÜSİAD tarafından temsil edilen "İstanbul sermayesi"ydi.
İstanbul sermayesi de genel kurullarda, danışma kurullarında mesajlar verir ve iktidara karşı tutumlarını açıklarlardı.
Bu mesajlar askerlerden gelen işaretlerle genellikle uyumlu olurdu.
Tabii bir de "Rejim"in ideolojik dayanağını oluşturan bürokratik oligarşi veya "Cumhuriyet Muhafızları" vardı iç dinamikler listesinin ön sıralarında.
İç dinamiklerin fazla önem verilmeyen öğeleri ise seçmenler, halk, sendikalar ve sivil toplumun çeşitli kesimleriydi.
Dış dinamikler denilince de akla "Amerika Birleşik Devletleri" gelirdi.
Dün ile bugün arasındaki fark iç dinamikler listesindeki ağılık sıralamasının çok köklü biçimde değişmiş olmasıdır.
Amerika'nın ağırlığı
Ama dış konjonktürün en ağırlıklı ve etkin öğesi hâlâ ABD'dir.
Sade bu bölgede değil dünyanın çeşitli coğrafyalarında sade iktidarların değil "Rejimler" in de ayakta kalabilmeleri, bunların Washington'la ilişkilerini "Çıkarların çatışması" noktasına taşımamalarına bağlıdır.
Bir dönemde Amerika'nın güvenini kazanıp, İran'a karşı kullanılan Irak'ın Saddam'ının İran savaşı ertesinde gözünü karartıp Kuveyt'e girmesi ve sonunda 1 nolu halk düşmanı ilan edilmesi herhalde hep hatırlanmalıdır.
Özellikle Irak'a Amerikan müdahalesi sırasındaki "Tezkere Krizi" sade AK Parti iktidarının tutumu sonucu yaşansaydı, herhalde bu iktidarın geçmiş sekiz yılı dış konjonktür zorlamaları ile çok zor geçerdi.
Ama Genelkurmay da bu konuda çekimser kalmış, komuta kademesi içindeki anti-Amerikanizm ABD diplomatlarının yazışmalarına yansımış ve CHP muhalefeti ise Tezkere'ye açıkça karşı çıkmıştı.
Aradan geçen yılların ertesinde Türk-ABD ilişkileri, iç siyasette kriz üretmeyecek bir çizgiye galiba oturmaya başladı.
İlişkilerde son durum
Geçen hafta Washington'da temaslarda bulunan TESEV'cilerden biri olan Mensur Akgün, son durumu Star'daki yazısında şöyle anlatıyordu:
"- Ülkeyi ve bölgeyi çok yakından takip eden üst düzey ekip, Türkiye'den her istediklerini yapmasını beklemediklerinin altını çizdiler ve benim işbirliğinin niteliği hakkındaki ısrarlı tavrım yüzünden de Türkiye'ye karar almadan danıştıklarını söylediler. Üstelik de bundan duydukları memnuniyeti yazmamı istediler.
- Görünen o ki resmi Amerika da, etkin düşünce kuruluşları da Türkiye'nin otonom dış politikasını içlerine sindirmeye başlamışlar.
İsrail - Türkiye ilişkilerinin seyri hâlâ hoşlarına gitmiyor, ama gidişattan eskisi gibi tek başına Türkiye'yi sorumlu tutmuyorlar."
Evet... "Eksen kayması" benzeri çeşitlemeler geride kalmışa benziyor.
Sonuçta AK Parti iktidarı için şimdi sorun "Ayakta kalmak" değil haziran seçimlerinden galip çıkmaktır.