Oktay Ekşi'nin, Güner Ümit'in ve Mehmet Ali Erbil'inkine benzer "Meramını uygunsuz biçimde anlatma" problemi sonucu Hürriyet'ten istifa etmesine hem şaşırdım, hem de üzüldüm.
Şaşırdım... Çünkü bunca yılın gazetecisi ve yazarı Oktay Ekşi'nin, böyle bir hatayı yapmaması gerekirdi.
Gerçi bu hatayı söylemlerini yazıya dökmek durumunda olmayanlar sık sık yapıyorlar.
Son referandum öncesi Migros'ta ev için alışveriş yapıyordum.
Bir tezgâhın arkasında cep telefonu ile arkadaşını oy vermesi için İstanbul'a çağıran bir kişinin "Çabuk gel... Bütün şerefsizler evet oyu verecek" dediğini duymuştum.
Tezgâhı dönüp bu sözleri söyleyen kişiye baktım.
Düzgün giyimli, bakımlı bir metro-seksüeldi.
Bir gazetede köşe yazıyor olsaydı, meramını herhalde farklı ifade ederdi.
Oktay Ekşi "Bunlar analarını satarlar" sözünü nasıl yazıya döktü anlayamıyorum.
Üzüldüm... Çünkü onu 1950'li yıllardan beri tanıyorum.
Aşırı ifadeler
Mesela Ergun Babahan'la girdiği polemikte "Onu doğduğu yere kadar kovalayacağım" ifadesini kullandığı zaman da hem şaşırmış, hem üzülmüştüm.
"Başyazarlıktan istifa" meselesine gelince...
Artık o eski anlamı ile "Başyazarlık" yok artık.
Gazetenin hem sahibi hem de başyazarı olan eski büyük isimlerin çağı geride kaldı. Ayrıca onlar bile her akıllarına geleni yazamazlardı.
1975-76 yıllarında Günaydın'da yazarken, dönemin iktidarı olan 1'inci Milliyetçi Cephe koalisyonunu ve Başbakan Demirel'i kıyasıya eleştiriyordum.
Gazetenin sahibi Haldun Simavi bir gün beni odasına çağırdı...
-Babam Sedat Simavi de senin gibiydi... İsmet İnönü ile tutturmuştu. Onun yazılarını koymazdım gazeteye. Sen de şimdi Demirel'e takmışsın. Devletle uğraşmak çok ağır bedeller getirir. Bırak yazı yazmayı, gel Günaydın'ın yöneticisi ol, dedi.
Ben de istifa ettim.
Sedat Simavi'ye sansür
Daha sonra Simavi ailesinin emektarı rahmetli Tahsin Öztin'e "Gerçekten Haldun Bey, babasının yazılarını gazeteye koymaz mıydı" diye sordum.
Tahsin Öztin "Evet, Haldun Bey babası Sedat Simavi'nin yazısını okur, yazı çok sertse yırtar atardı. Sonra da Sedat Bey, yazısını niye kaybettik diye bize çıkışırdı. Ona yazıyı oğlunun yırtıp attığını söyleyemezdik" diye anlatmıştı o günleri.
Şimdi Başyazarlık, bir nevi kıdemli yazar olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor.
Eğer aynı zamanda Genel Yayın Yönetmeni iseniz, yazınız gazetenin izlediği siyaseti de yansıtabilir. Başyazar olmak ise, diğer yazarlardan biraz daha fazla sorumluluk yükler insana.
Gazetenin çizgisini daha dikkatli izler, üslubunuza daha fazla önem verir ve hem fazla uyumsuz olmamaya hem de günceli kaçırmamaya çalışırsınız.
Tabii başyazar da yazar da olsanız, gazeteye karşı sorumluluk duyarsınız.
12 Eylül askeri rejimi döneminde Milliyet'in başyazarıyken gazetenin sahibi Aydın Doğan'la bu konuları konuşurken şöyle söylemiştim:
Gazeteye karşı sorumluluk
-Eğer hüner gazeteyi kapattırmak ise, bunun için gazeteci olmaya gerek yok. Tophane'de gemilere yük taşıyan bir işçiye yazı yazdırırsanız, gazete sık sık kapatılabilir. Hüner hem eleştirmek, hem de gazeteyi açık tutmaktır.
Neticede eski Ertuğrul Özkök'ün de şimdiki gibi olmadan önce yazdığı gibi "Köşeler babamızın malı değildir."
Ne yazık ki Aydın Doğan'ın yazarlarından bazıları bunu unuttular.
Aydın Doğan da, AK Parti iktidarı ile 1991- 2002 arasındaki koalisyonların kararsız günlerini karıştırdı.
Tayyip Erdoğan'ı, Tansu Çiller zannetti.
Aydın Doğan, Çiller'in televizyondaki konuşmasına telefonla girip "Üç Kulhüvallah bir Elham okuyabilirsen kendimi Taksim'de asarım" demişti.
Şimdi gazetesinin başyazarının meslek yaşamının arkasından hatim indirmek durumunda.
Dün Yeni Şafak'ta Salih Tuna'nın argo hakkında yaptığı hatırlatma hepimizin kulağına küpe olmalı.
Argo Cemil Meriç'e göre "kanundan kaçanların dili" ve Hulki Aktunç'a göre de "dilin gizli örgütü"ymüş.