Ahmet Altan Taraf'taki yazısında yine işin "Püf noktası"nı yakalamıştı. Şöyle diyordu:
"- Erdoğan lider olduğu için Türkiye değişmiyor, Türkiye'nin değişmek istediğini fark ettiği ve buna uygun davrandığı için Erdoğan lider. Türkiye, değişim hızını Erdoğan'ın seçim hesaplarına ve kişisel arzularına göre belirlemeyecek, Erdoğan Türkiye'nin değişimine ayak uyduracak."
İşin özü bu...
Dünyalılığı, çağdaşlığı, moderniteyi şarap tadımcılığı veya sitcom gazeteciliği olarak anlayanların ıskaladıkları nokta da bu işte.
Kendisini muhafazakâr olarak niteleyen bir siyasi partinin, değişimin öncüsü konumuna girmesi, tabii ki ilk defa olmuyor.
Muhafazakârlığın dünyadaki simgesi olan İngiliz Muhafazakâr Partisi'nin lideri Margareth Thatcher de, değişim programı ile bu ülkeyi modern zamanların ekonomisine uyumlu hale getirmişti.
Daha sonra iktidar olan İşçi Partisi'nin o dönemdeki lideri Tony Blair de, Thatcher'in programını uygulamayı sürdürdü.
Türkiye'nin siyasetine "Değişim mühendisliği" kavramını sokan Turgut Özal da, kendisini ve partisini "Muhafazakâr milliyetçi" olarak nitelemiyor muydu?
Yani "Değişim"i algılamanız ve ona uyum göstermeniz için siyasi kimliğinizde sosyal demokrat veya liberal yazması önemli değil.
Çıkar hesapları
Bunun gibi iktidardaki bir siyasi partinin veya bir liderin icraatını destekliyorsanız, bu durum sizin ille de o partinin yandaşı olduğunuz anlamına gelmez.
Sizin hedeflediğiniz amaçlarla o partinin icraatı eğer izdüşümündeyseler, o icraata destek verirsiniz.
Temel değerleriniz konusunda gördüğünüz uyumsuzluklar varsa, bunları da eleştirir, uyarılarda bulunursunuz.
Ama eğer iktidara dönük başka hesaplarınız bulunuyorsa, bireysel veya kurumsal çıkarlarınızın zarar gördüğünü düşünüyorsanız ya da ideolojik saplantılarınız varsa, durum farklıdır.
En kötüsü de saplantılarınızı kan davasına dönüştürüp, siyasal bir görme özürlüsü olmanızdır.
Oysa çoğulcu demokrasiler, siyasi kan davalarını taşıyamaz.
Ülkeyi daha demokrat, daha sivil, daha özgürlükçü kılacak bir Anayasa değişikliği referandumunda bir büyük kitle gazetesini tüm haberleri ve köşeleri ile "Hayır" kampanyasının amiral gemisine dönüştürmek, bu çeşit hatalı bir davranış değil midir?
Gemi mi filika mı?
Ya da aynı gazeteyi 28 Şubat post-modern darbesinden başlayarak "Bu halk demokrasiden ne anlar" çizgisinde tutmak, hangi aklın gereği olabilir?
Sonuçta o gazetenin okurları gerçek dünyadan kopartılmış bir sitcomun içinde yaşatılır.
Gerçekleşmesi kaçınılmaz değişiklikler onlar için sürpriz niteliğini taşır.
Her oylamanın sonucu şaşkınlıkla karşılanır.
"Bu halk bu demokrasiye layık değil, o zaman bu halkı feshedelim" anlayışı, "Değişim"in alternatifi olarak seslendirilir.
"Acaba ben gay miyim" türü saçmalıklar, hoşgörünün varlığına kanıt olarak sunulur.
"Başbakan iyi ama liberaller kötü" çizgisindeki yaltaklanmaların, ayıplı davranışları örteceği yanılgısına düşülür.
Bir dönemde dünyadaki ve yurttaki her görüşe açık olması ile bilinen kitle gazetesi böylece marjinalleşir, demokrasi karşıtı bir fraksiyon organının üslubu köşeleri kaplar.
Bir medya grubunun amiral gemisi, bu şekilde halk düşmanı bir takanın filikası haline gelir.