Bizim Sabah'ın başlıklarından biri de "Cumhuriyet tarihinde eşi olmayan operasyon" şeklindeydi.
Dünkü Radikal'de Oral Çalışlar da "Bunun tarihimizde ilk olduğunu söyleyebiliriz" diye yazmıştı.
Söz konusu "Eşi olmayan operasyon"la veya "İlk"le, "Koca komutanların gözaltına alınması"na işaret edilmekteydi.
Bu operasyona ilişkin haberleri okuduktan sonra yine "Zaman Tüneli"ne girdim.
Mesela "İzmir Suikastı Davası"nın sürdüğü 1926'nın yaz aylarına döndüm.
Hücrelerinden çıkartılıp sorguya getirilen Kurtuluş Savaşı'nın paşaları, süngülü askerlerin arasında salona giriyorlardı.
Hepsinin idamı isteniyordu.
Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa...
Kazım Karabekir'in tutuklanmasına itiraz ettiği için Başbakan İsmet Paşa'nın da tutuklanmasının istendiği söylenmekteydi o günlerde.
Muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucu üyeleri olmaktan başka suçları olmayan paşalar dava sonunda beraat ederler.
Hep aynı sahneler
Çektikleri eziyet ve mahkeme heyeti tarafından aşağılanmaları yanlarına kar kalır.
Ertesi yıl Mart 1927'de, Atatürk bir akşam Çankaya'daki sofrasında ağırladığı Ali Fuat Cebesoy'a şöyle der:
- Paşaları senin hatırın için affettirdim.
Zaman Tüneli'de gezerken 27 Mayıs 1960'ta tutuklanan, Yassıada'da yargılanan ve rütbesi alınıp "Er"liğe indirilen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'a da rastladım.
Derken 13 Kasım 1960 gecesi yapılan "14'ler Operasyonu" çıktı karşıma.
Hepsi "Milli Birlik Komitesi" adı verilen cuntanın üyesi olan ve Albay Alparslan Türkeş'in de aralarında bulunduğu 14 subay, gece evlerinden alınıp tutuklanmışlar, uçaklara bindirilip "Ataşe" unvanıyla yurtdışına sürgüne gönderilmişlerdi.
Talat Aydemir'i geçtim ve 1971'in 12 Mart'ına geldim.
12 Mart'ı yapanlar "9 Martçı" olarak bilinen Tümgeneral Celil Gürkan başta olmak üzere beş generali ve dokuz albayı ordudan ihraç ediyorlardı.
Demek istediğim şu.
Bu gökkubbenin altında nasıl söylenmedik söz yok ise, bu topraklarda eşi olmayan olay da yoktur.
Bugüne ilişkin gelişmelerde beklentimiz, silahlı kuvvetlerle siyaset arasındaki çarpık ilişkilerin artık sona ermesi gerektiği doğrultusundadır. "Geçiş dönemleri" yaşamaktan bıktık. "Normalleşme süreçleri" kabak tadı vermeye başladı.
Osmanlı'yı 19'uncu yüzyılda bunaltan çakma Bonapartizm'in 21'inci yüzyılda da Cumhuriyet'i krizlere sürüklemesini, ne akıl ne de vicdan kabul edebilir.
Taha Akyol'un Milliyet'te yazıya döktüğü şu düşüncelere ben de katılıyorum:
Vatan kurtarma merakı
"Tarihimizde ta Sultan Aziz'in askeri darbeyle tahttan indirilmesine kadar geriye gitmek mümkün: Askerin "Vatan kurtarıyorum" zannıyla, bu tutkunun beslediği bir siyasi bağnazlıkla siyasete müdahalesi gibi korkunç hatalar zinciri!
Çok gerilere gitmeyelim, yakın tarihteki darbeler, muhtıralar ortada!
Elektronik olarak sahihliği tespit edilmiş Balyoz belgelerinde, planların en mütevazısı 'Ülkenin ekonomik darboğaza sürüklenerek, AKP hükümetine karşı büyük çaplı toplumsal gösteriler için zemin hazırlanması... yabancı sermaye ve azınlık hesaplarına el konulması' gibi çılgınlıkları öngörüyordu!
Hele de o korkunç bombalama ve kitlevi çatışma senaryoları!
Bu, hastalıklı bir ideolojidir. O yıllarda 'Ordu göreve' diye yapılan mitinglerden geçtik, 'Ordu göreve' diye üniversite senatoları da bildiri yayımlamışlardı!
Demokrasiye ve hukuka kesinlikle aykırı... Fakat sadece bu değil.
Ülkenin istikrarına, toplumsal barışa, sorunların çözümüne büyük zarar veriyor, Türkiye'ye büyük zarar veriyor!
Elbette çivi çiviyi sökmez; çözüm yolu ikidir: Biri hukuk, adil ve tarafsız yargı...
Öbürü askeri ideolojinin bu hastalığı giderecek şekilde gözden geçirilmesi."