Yıllar önce İspanya'nın Sevil kentindeki "Katedral"i (Catedral de Santa Maria de la Sed) gezerken ve bu katedralin içindeki Kristof Kolomb'un gerçekten görkemli anıt mezarını ziyaret ederken, bu Gotik yapının bir caminin yıkıntıları üzerinde inşa edildiğini tabii ki biliyordum.
Bu katedralin yanındaki çan kulesi olan "Giralda" buradaki eski caminin minaresiydi.
3'üncü Ferdinand Sevil'i fethettikten bir süre sonra, yani 1401'de İspanyollar Almohad Camisi'nin yıkılmasına ve yerine Katedral'in yapılmasına karar vermişlerdi.
Bundan yarım yüzyıl sonra da Fatih İstanbul'u fethettiği zaman Aya Sofya'yı cami yapmamış mıydı?
O dönemde dinler arası ilişkiler böyleymiş.
"Hilal" ve "Haç" birbirlerini yok etmeye çalışır, birbirlerinin ibadethanelerinin bile dinlerini değiştirirlermiş.
Sevil'in "Yahudi Mahallesi"ndeki "Tapas" larda "Hamon"u şaraba katık ederken de, İspanyol Yahudilerinin diri diri yakılmalarını (Auto da fe) ve "Marrano"ların yaşadıklarını düşünüyordum.
Hangi kavram yeterlidir?
Şimdi İsviçre'nin bir referandumla minare yapımını yasaklamasını "Hoşgörüsüzlük" mü yoksa "Bağnazlık" mı diye yorumlayacağımızı tartışıyoruz.
Bir gerçek var.
"Hoşgörü" kavramı dinler ve kültürler arası uygar ilişkileri tanımlamaya yetmiyor.
Taraf'taki yazısında Ayşe Hür bu kavramın yetersizliğini bizim tarihimizden örnekler vererek pek güzel anlatmıştı.
- Başta 1492'de İspanya'dan sürülen Yahudiler olmak üzere, tarihin çeşitli dönemlerinde Avrupa'daki baskılardan kaçan Yahudilerin en azından bir bölümünün Osmanlı devletine sığınması, her şeye rağmen, Osmanlı devletinin Avrupalı muadillerine göre daha 'hoşgörülü' olduğunu düşündürür.
- (Ancak) Ömer'in "Emanname"sinde tanımlanan yasaklar, Osmanlı döneminde de uygulandı.
Yani Hıristiyanlar ölülerini sessizce gömdüler. Evlerinin Müslüman mahallelerine bakan taraflarına pencere yaptırmadılar. Açıkta şarap içmediler. Müslüman mahallelerinden domuz ve haç geçirmediler. Silah taşımadılar. Bir Müslüman'la karşılaştıklarında kaldırım değiştirdiler. Müslümanlarla alçak sesle konuştular, yollarda toplanıp kendi aralarında konuşmadılar.
- Garip ve aşağılayıcı kıyafetler giydiler. Yeşil renk giymediler. Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Yahudiler mavi şapka ve ayakkabı giydiler. Hamamlarda takunya giyemediler, camilerin önünden geçerken ayakkabılarını çıkardılar, boyunlarına çıngırak ya da işaretler taktılar ve daha nice aşağılayıcı kurala uyarak Osmanlıların o ünlü hoşgörüsüne mazhar oldular!
Kendisi gibi olmayanın varlığına "Tahammül etmek" veya yaşamasına izin vermek dilimizde "Hoşgörü" kavramı ile ifade ediliyor.
Çözüm yolu belli
Ama hoşgörü sahibi olmak farklının eşit haklara sahip olmasını, "Vatandaşlık hakkı"nı, "Temel hak ve özgürlükler"in kabulünü, "Kanun önünde eşitlik"i getirmiyor.
Çoğunluğun bazen milliyeti, bazen dini bazen de ideolojisi, farklı olanları "2'nci sınıf insan" konumuna itiyor.
Çağımızda tüm bu çarpıklıklar "Çoğulcu Demokrasi" ve "Laiklik" kavramlarının bir yaşam tarzının temel öğeleri olmaları ile kısmen çözümlenmiştir.
Bu yaşam tarzının siyasal sözlüklerdeki adı "Liberal Demokrasi"dir.
Eğer liberal demokrasiyi özümseyip sosyopolitik yaşamımızı bu modele uyarlayabilirsek, Kürt Sorunu da, Laiklik Krizleri de geride kalacaktır.
Geçenlerde Liberal Demokrasi Partisi Genel Başkanı Cem Toker'den şöyle bir mesaj gelmişti:
- Mayıs 2009'da yapılan ankette %64'ü Türk vatandaşı Yahudi, %52'si Türk vatandaşı Hıristiyan komşu istemeyen toplumumuzun, demokrasiden anlamayan İsviçre'nin minare hoşgörüsüzlüğünü şiddetle kınamasını ilgi ile izliyorum.
Ne dersiniz?
İsviçrelileri utandırmak için "Heybeliada Ruhban Okulu"nun yeniden açılmasına karar verebilir miyiz?