Dünya konjonktürüne uyum gösterebilmek, ülkelerin de halkların da önünü açar.
Aslında "Vizyon" bu konjonktürü ve dolayısıyla değişimi algılayabilme yeteneğidir.
Ancak bu konjonktüre rağmen, yapılması gereken işleri yapmamak da mümkündür.
Ne yazık ki biz Türkler için sık sık rastlanan bir durumdur bu.
Bakın atasözlerimize...
- Onlar aya, biz yaya...
- Herkes gider Mersin'e biz gideriz tersine...
Şimdi gündemimizde ön sıraya yerleşmiş olan "Kürt sorununa çözüm arayışları" dolayısıyla sık sık "Dış konjonktür de çözümü zorluyor" yorumunun yapıldığını duyuyoruz.
Aslında bu yorum doğrudur.
Irak'taki oluşumlar, ABD'de Obama'nın Başkan olması, Türkiye'nin sivilleşmesine ve demokratikleşmesine AB'den gelen destek ve benzeri olgular, Kürt sorununun çözüm için çok uygun bir dış konjonktürü de yansıtmaktalar.
Ancak bilelim ki "İç dinamikler" de "Dış konjonktür" kadar ağırlık taşımakta.
Bu iç dinamikler, sadece toplumda esen rüzgârlardan oluşmuyor.
Vizyon ve misyon sahibi, cesur ve yaratıcı siyasetçilerin ülke yönetiminde ağırlık sahibi olmaları da, iç dinamiklerin dış konjonktüre uyumunu gerçekleştirir.
Her kesim devrede olmalı
Ve bilmemiz gereken bir gerçek daha var.
Sadece iktidardaki kadroların vizyoner olmaları yetmez.
Siyasette sesi duyulanların, toplumsal baskı gruplarının, sivil- asker bürokrasinin ve sivil toplum kuruluşlarının da, en azından yerel ile evrensel arasındaki uyumun farkında olmaları şarttır.
Siyaseti rakibinin "Ak" dediğine "Kara" demek olarak anlayanlar da, yurt ve dünya gerçeklerini doğru anlamaya çalışmak yerine önyargılı ideolojik saplantılarla bir hayal dünyasının kavgalarını sürdürenler de, ülkelerine zaman kaybettirir.
Uzak tarihten verilen örneği hatırlayalım.
Osmanlı 1492'de engizisyondan kaçan Yahudilere topraklarını açtığı zaman çağın ilerisindeki bir anlayışı temsil ediyordu.
Ama aynı Osmanlı 1789 Fransız İhtilali sonrasında gündeme giren "vatandaşlık" kavramını anlamakta gecikti. "Milliyetler" dünya siyasetini belirlerken Osmanlı "Cemaatler" anlayışı ile çağın gerisinden gelmekteydi.
Yakın tarihe bakalım.
Kıbrıs'taki EOKA darbesi sonrasında Türkiye Ada'ya askeri müdahale yaptığında dünya konjonktürüne uyumlu davranmıştı. Yunanistan bile bu müdahalenin karşısında değildi.
Nitekim bu müdahale sonunda Albaylar Cuntası devrildi, Karamanlis Paris sürgününden Atina'ya döndü ve Yunanistan'da demokrasi yeniden kuruldu.
Ancak Kıbrıs'taki ikinci askeri harekât ve sonrasında Türkiye'nin kalıcı bir çözüm için uzlaşmak yerine iç siyasetin erken seçim arayışlarına kapılması, bizi dış konjonktürden koparttı.
Konjonktürü ıskaladık
Sonunda Amerikan ambargosu geldi ve bugün bile kriz konusu biçiminde dış siyasetimizin ipoteği olan "Kıbrıs Sorunu" kronikleşti.
Daha ötesi var mı?
Kıbrıs müdahalesi ile Yunanistan'a demokrasinin gelmesini sağladık, Kıbrıslı Rumları bir darbeden kurtardık.
Şimdi hem Yunanistan hem Kıbrıs Rumları AB üyeleri, Türkiye ise Kıbrıs'taki çözümsüzlük yüzünden Avrupa'nın kapısında bekliyor.
"Kürt Sorunu"nu bir sorun olmaktan çıkartmanın yoğun biçimde arayışı içinde olduğumuz bugünlerde, dış konjonktüre rağmen eğer iç dinamiklerin belirli aktörleri kemikleşmiş şoven söylemlerle ve yarına değil düne dönük değerlendirmelerle olaya yaklaşırlarsa, çözüm yine süresiz biçimde ertelenebilir.
DTP'nin varlığı, sorunu çözmek konusunda şimdiye kadar sahip olmadığımız bir demokratik fırsatın ifadesidir.
Ama görüyoruz ki bazıları DTP ile diyalogu bile kabul etmek istemiyorlar.
Halide Edip Adıvar bugün yaşasaydı herhalde "Türk'ün Ateşle İmtihanı" kitabının ikinci cildini de yazardı.
Bir savaşın ertesinde düşmanlarla antlaşmalar yapıp dış konjonktürün saygın bir aktörü olmayı başaran Atatürk Türkiye'sinin, 21'inci yüzyıldaki davranışlarını herhalde kitabına konu ederdi.