Ölüm döşeğindeki çok zengin bir işadamı oğlunu yanına çağırmış.
Ona iki zarf vermiş.
- Bu zarflardan birini ben ölünce hemen, diğerini de ben gömüldükten sonra açacaksın, demiş.
Bu çok zengin işadamı ertesi gün ölmüş.
Oğlu hemen birinci zarfı açmış.
Zarfın içindeki kâğıtta "Beni ayaklarım çoraplıyken defnedin" diye yazıyormuş.
Oğlu müftüye gidip babasının son arzusunu anlatmış ve görüş istemiş.
Müftü ülkenin önde gelen din bilginlerine danıştıktan son cevabını vermiş:
- Merhumun ayakları çoraplı olarak defnedilmesi dinen uygun değildir. Ölenlerin tek giysisi kefen olabilir, demiş.
Neticede rahmetliyi kefene sarıp, toprağa vermişler.
Cenaze töreninden sonra, oğlu hemen ikinci zarfı açmış.
İkinci zarftan çıkan kâğıtta "Gördün mü, öbür dünyaya bir çorap bile götüremedim" diye yazıyormuş.
Önceki gün bir kitabın satırları arasında "Kabristandaki en zengin ölü olmak bir başarının göstergesi değildir" benzeri bir cümleye rastlayınca, yukarıdaki hikâyeyi hatırladım.
Yaşanan dünyadan sonsuz yolculuğa götürülemeyenler sadece mal ve mülk değildir.
Ne kadar aksi söylense ve "O ölmedi, sonsuza kadar aramızda yaşayacak" denilse de, en önemli ve en güçlü insanlar bile iktidarlarını da mezara taşıyamazlar.
"Mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur" söylemi bu gerçeği de ifade eder.
Kısacası yaşanan sürenin hakkını vermek yaşamanın gereğidir.