Siyasal ilişkilerde mantık çizgisinin dışına bir kez çıkıldı mı, işin nereye varacağını kimse kestiremez. Bunun somut örneklerine de günümüz siyasetinde sık sık tanık olmaktayız.
Eğer iktidarmuhalefet polemiklerine kendinizi kaptırarak Türk siyasetindeki gelişmeleri anlamaya çalışıyorsanız, şu anda Başbakan Erdoğan'ın önünde duran iki önemli kararın bulunduğunu düşünebilirsiniz.
1-Cumhurbaşkanı olmalı mı?
2-Irak' a askeri müdahale kararı almalı mı?
Eğer Tayyip Erdoğan kararlarını Deniz Baykal'ın söylemlerine dayalı olarak belirliyorsa, bu iki konuda yapması gerekenler ortadadır.
Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olamayacağı için Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
Tayyip Erdoğan güçlü bir Başbakan olduğunu kanıtlamak için de, Irak'a askeri müdahale kararını almalıdır.
Bir ülkeyi savaşa sokabilecek ölçüde siyasi güce sahip bir başbakanın, aslında icrai gücü pek bulunmayan cumhurbaşkanlığına neden heves bile etmemesi gerektiğini mantık çizgisinde anlamanız kolay değildir.
AKIL VE MANTIK
Bu gibi karmaşık durumların dışına çıkıp, gerçekten yurtta ve dünyada neler olduğunu ve hangi politikaların izlenmesi gerektiğini anlamaya çalışıyorsanız, okumanız, dinlemeniz ve gerçekleri anlamaya çalışmanız gerekir. Gazete okuru olarak bunları sizin adınıza yapanların varlığı, Türkiye'de siyasetin de mantığın da teminatıdır.
Başbakan Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olup olmamak konusundaki kararını belirlemesine en az üç ay var. Ama Irak'a ilişkin kararlar, ivedilik aşamasında. Bu konuda birkaç yol gösterici yorumu basından alarak aktaralım.
Dünkü Akşam'da Deniz Ülke Arıboğan, şu üç maddeyi siyasi aklın yolu olarak göstermişti:
SADDAM'I HATIRLAMAK
1 - "Kerkük eskiden bizimdi ve Misakı Milli sınırları içindeydi; o nedenle bizim sorumluluklarımız var" tipinde beyanlardan uzak durmak gerekir. Bu, gideceğiniz yerdeki halkın işgale uğradığı duygusunu uyandırır ve gelenler ister istemez dışlanır. ABD bile Ortadoğu'ya "ben dünyanın en büyük askeri gücüyüm. Enerjiye ihtiyacım var. Diktatör miktatör tanımam" diye gelememişti. Aksine, dünyayı kitle imha silahlarına karşı korumak, kötü diktatörü devirmek, demokrasi getirmek gibi insani söylemler kullanmak durumunda kalmıştı. Buna rağmen operasyonu meşrulaştırma konusunda başarılı olamadı. İletişim çağında yaşıyoruz ve doğru söylemi, uygun sloganı kullanmadan bir politikayı pazarlamanın mümkün olmadığını bilmek gerekiyor.
2 - "Kerkük'te Türkmenler yaşıyor ve onları Kürt katliamına karşı koruyacağız" söylemini terk etmek gerekir. Kürtler de Türkmenler kadar bu ülke halkının soydaşıdır ve bunlardan birine karşı savaşmak, kendi ülkenizin insanını incitir. Türkiye'de en olmaması gereken şey bir Türk Kürt çatışmasıdır. Bu bir kabus senaryosudur. Bütün ülke bir kan gölüne döner ve bundan ne Türkler ne Kürtler fayda sağlayabilir. Ülkemizi tepemizde dönüp duran akbabalara kendi elimizle teslim etmiş oluruz. Wilson'un "Türkiye' nin müdahale etme kararı kendi takdiridir" sözü bana hep, Saddam'ı Kuveyt'e müdahale ettiren süreci hatırlatıyor nedense!
3 - Türkiye'nin Kerkük politikası, dünya arenasındaki konumuyla çelişmemelidir. Türkmenlerin bir saldırıyla karşı karşıya kalmalarını engelleyecek tek şey, Türkiye'nin iki tarafa da dostça yaklaşımıdır. Türkiye'nin Kerkük'e ilgisi bir tarafı desteklemeye değil, barış ortamını tesis etmeye yönelmelidir. Önceliğimiz Türkiye'nin güvenliğidir.
Dünkü Referans'ta da Cengiz Çandar, şu hatırlatmayı yapmıştı: "Türkiye'nin de destek verdiği Uluslararası Kriz Grubu'nun (ICG) 32 sayfalık 18 Temmuz 2006 tarihli mükemmel raporu, tüm taraflara, bu günleri tahmin edercesine bir dizi "tavsiye" sunmuştu. Türkiye hükümetine sunulan "tavsiyeler" aynen şöyle idi:
1 - Kerkük sorununun barışçıl çözümüne kendinizi angaje edin ve bu konudaki söylemi aşağı perdeye çekin;
2 - Türkiye ile Kuzey Irak arasında, özellikle akaryakıt ürünlerinde, ticareti, örneğin Habur'dakine ek olarak bir sınır kapısı daha açarak, kolaylaştırın ve Irak Kürdistan bölgesine yatırımları teşvik edin;
KÜÇÜK BEYİNLER
3 - Irak'a askeri güç gönderilmeyeceğine ve Habur sınır geçişini ya da BeyjiCeyhan petrol boru hattını kapatmak gibi baskıcı diplomasi uygulamayacağınıza dair yükümlülük altına girin.
Bu konuyu Çetin Altan'ın Milliyet'teki yazısından cümleler alarak noktalayalım.
- Türkiye politikacıları, içerideki nutuklarda "büyük devlet" olma naraları atarlar; dışarıda ise "gelişmemiş" liğin, "gelişmiş" lerden her zamanki ricalarını sıralarlar; borç ve silah alımı... "Gelişmiş" ler de, Soğuk Savaş yıllarında; bir türlü "gelişmiş" olamayan bizim "büyük devlet" e, her türlü bataklığa asker gönderebilecek bir insan deposu olarak bakar ve sık sık davet ettikleri militerlerimize övgüler yağdırırlardı. NATO'ya neden çarçabuk girildi de, AB üyeliği en az 20 yıl beklemek zorunda? Yine işte, Ankara'dan kulaklarımıza savaş tamtamları çalınıyormuş gibi gelmede. Savaş tamtamlarına katılmayan tek politik lider olarak, sadece Mehmet Ağar görünüyor. Herhalde biliyor savaşa girmek ne kadar kolaysa, çıkmanın da o kadar zor olduğunu... Keşke Ankara'nın öteki yiğitleri de bilebilseydi bunu. Ne yapmalı ki Allah büyükse de, bazı beyinler küçücük...