Tüm toplumun yaşamını etkileyen olaylar karşısında, bireylerin bulundukları konuma göre farklı endişeler ve sorumluluklar taşımaları, sürekli rastlanan bir durum.
Bunun son örneğini, kuş gribi vakalarına yaklaşımda gördük.
Bir tekne, küçük bir kayık düşünün. İçinde üç kişi var. Kayığın yüzdüğü deniz de fırtınalı.
Doğubayazıt'tan ilk hastalık haberleri geldiğinde, aynı kayıkta (Yani Türkiye'de) bir sağlık bakanının, bir gazete yazı işleri müdürünün, bir de muhalefet partisi sözcüsünün bulunduğunu düşünün.
Gazete yazı işleri müdürü, "Resmi açıklama gelmeden ben bu hastalığı kuş gribi diye haber yaparsam bu sorumluluğu taşıyabilir miyim" diye düşünmektedir.
Sağlık Bakanı, endişe içinde hastalığın teşhisine ait kesin bilgilerin gelmesini beklemektedir.
Muhalefet sözcüsü ise, kuş gribi söylentisi doğru çıkarsa, sağlık bakanını ihmalle suçlamanın hesabını yapmaktadır.
Aynı insanların görevlerini değiştirin. Sağlık Bakanı muhalefet sözcüsü, gazete yöneticisi sağlık bakanı, muhalefet sözcüsü de gazete yöneticisi olsun. Bu insanların tutumları, kişiliklerine göre değil, üstlendikleri sorumluluklara göre belirlenecektir. Hiçbiri denizdeki fırtınanın üçünü de tehdit ettiğini, öncelikle hatırlarına getirmeyeceklerdir. Çünkü "Yabancılaşma", kaçınılmaz bir kaderdir bütün meslek profesyonelleri için.
Bu aynı teknedeki farklı konumlara veya kişiliklere sahip insanların öyküleri, edebiyatçıların ilgisini hep çekmiştir. Bazıları ise bunu, mizah edebiyatının klasikleri arasına yerleştiren yapıtlar üretmiştir. Örneğin her sayfasında kahkahalar atarak çocukluk yıllarımda okuduğum İngiliz yazar Jerome K. Jerome'un (1859-1929), "Teknede Üç Kişi"sini ve teknedeki dördüncü kişi Terrier cinsi bir köpek olan "Montmorency"yi hiç unutmam.
Bir de Güngör Dilmen'in 1980'li yıllarda yazdığı "Hasan Sabbah" oyunu var böyle bir teknedeki üç kişiyi anlatan. Aynı eğitimi görüp sonradan birisi vezir, birisi güçlü bir dini önder, birisi de bilim/sanat adamı olan Nizamül Mülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam, Dilmen'in piyesinde aynı teknedeydiler.
Bu üçlüye daha sonra Amin Maalouf'un "Semerkant"ında da rastlamadık mı?
Maalouf'un romanındaki öyküyü "izedebiyat.com"dan alarak özetleyeyim:
Yıl 1072, Selçuklu Sultanı Melikşah'ın saltanatı artık İran'ı da kaplamaktadır... Vezir Nizamülmülk Semerkant'ta Hayyam'la tanışır ve onu İsfahan'a davet eder... Hayyam İsfahan yolunda Kum'dan geçerken Hasan Sabbah ile tanışır. Hasan, Hayyam'ın o güne kadar tanıdığı en bilge kişidir. O da İsfahan'a giderek Nizam'dan bir iş istemeyi planlıyordur... Hayyam, İsfahan'a varıp da Nizam'ın huzuruna çıktığında kendisinden "sahib-i haber" (casusların başı) olması istenir. Hayyam bir bilim adamıdır, hafiye olamayacağını belirtir. Ancak Nizam'a önerebileceği biri vardır: Hasan Sabbah. Hayyam, Selçuklu'nun mali desteği ile çalışmalarını sürdürürken Hasan da Nizamülmülk'ün vazgeçemediği yardımcılarından biri olur. Ancak Hasan'ın niyeti Nizam'a hizmet etmek değil, onun yerine geçmektir. Kısa sürede Melikşah ile yakınlaşarak onu Nizam'dan soğutur. Ve yine amacı dahilinde Nizam'la Melikşah arasına nifak sokmaya çalışır, ancak planı ters teper ve Melikşah tarafından çöle sürgüne gönderilir.
Bir şekilde çölden kurtulan Hasan, emelleri uğruna mezhep ve kültürlerinin tehlike altında olduğunu düşünen bir kısım Acem halkını cennet vaadi ile kandırır ve ünlü "Haşhaşiyun" tarikatını kurar ve Alamut kalesine yerleşir. Bu tarikattaki insanlar, Hasan Sabbah'ın verdiği afyonla sarhoş olarak intihar saldırıları düzenlerler. Hasan'ın amacı bu tarikat yardımıyla Nizam ve Melikşah'tan intikam almaktır. Nitekim müritleri sayesinde Nizam ve Melikşah'ı öldürmeyi başarır.
Evet... Kuş gribinden nereye geldik. Yazı böyle bir şey.