İnsan ömrü uzuyor, ihtiyarlarımız çoğalıyor, uzun ömür beraberinde yeni meseleler getiriyor ve...
Sonrasını yazmak zor...
Doğru kelimeler bulup cümle kurmakta zorlanıyorum.
Ama şunu diyebilirim...
Yaşlılık nadir bir şeyken onların hayatımızdaki yerini ve değerini iyi biliyorduk.
Özenliydik, ilgiliydik; sıkılmıyor, aksine varlıklarının hakkını veriyorduk.
Şimdi sürekli aramızdalar ve onlarla ne yapacağımızı bilemez olduk.
Oysa iddialı laflara da bayılıyoruz! Mesela ihtiyarlarımızı "huzur evleri"ne göndermek konusu açılınca nutuk atmakta üzerimize yok!
Fakat evimizdeki ihtiyarların huzursuzluğunu umursuyor muyuz, derseniz, cevabı pek tatsız.
Şimdi bunları yazarken rahmetli ninemi hatırlıyorum. Onunla geçen günlerim, yıllarım olmasaydı, halim nice olurdu, düşünemiyorum.
O olmasa...
Nispeten seküler bir aile ortamında Kur'an'ı hatmetmeyi...
Pencereme kadar uzanan nar ağacının her yıl çiçeklenmesini aynı heyecanla beklemeyi...
İstanbul işgal altındayken Dolayoba taraflarında kamp kuran Müslüman Hintli İngiliz birliğinin farkını, Milli Mücadele'ye gece yarısı Pendik sahilinden aktarılan silahların macerasını...
Ama en çok da insanın kendisi yaşarken birer birer evlatlarını öte dünyaya uğurlamanın acı imtihanını...
Nasıl, nereden öğrenebilir, bilirdim!
E. Canetti "yaşlıları rahat bırakmamalı, anlatmaya zorlamalı ve dinlemeli" diyor.
İyi de şimdi gençler birbirini bile dinleyemiyor.
Hep monolog, hep "herkes beni dinlesin" beklentisi ve muazzam bir dikkatsizlik.
Nerde kaldı ki, yaşlıları dinleyecekler!