Özlemek... Bir yanıyla sıradan, gündelik hayata ait bir içlilik...
Fakat aynı zamanda alabildiğine köklü, biraz müphem, hatta sırlarla dolu bir derinlik...
Özlem nedir?
Bana sorarsanız, aşkın ta kendisi...
Sanatın ve bilme iradesinin çekirdeği...
İnanç ırmağının yatağı...
Eksikliğe, hamlığa, yalnızlığa teslim olmamak yani...
Ve elbette kalkıp toparlanma enerjisi.
***
O halde esas soruya geleyim..
Binlerce yıldır olduğu gibi, hâlâ özlüyor muyuz?
Yoksa bu his yavaş yavaş bizden çekip alınıyor olabilir mi?
Basit anlatayım...
Hiç ara vermeksizin birbirini "
gören" ve birbirinden hep haberdar olan insanlar birbirini gerçekten özler mi? Eskiden zihnimizden rüzgârı geçse "
hadi kalkıp gideyim de göreyim" dediğimiz dostlarımız, akrabalarımız, tanışlarımız artık hep yanımızda gibiler.
Çok uzaktaki sevgiliye özlemin bile güçlü ilaçları var:
whatsapp/facetime/ Skype, vd.
Eskiden gittiğimiz bir yerin en fazla iki üç fotoğrafı olurdu elimizde, gitgide solan ama içimizi özlemle dolduran görüntüler.
Şimdiyse elimizin altında özlemi anında dindiren yüzlerce fotoğraf oluyor.
***
Geçen gün son yılların gözde romancılarından
Jonathan Safran Foer'in yeni bir makalesine rastladım. "
Dijital teknoloji bizi eksiltiyor" diyordu Foer.
Gerçekten de sürekli eksiliyoruz.
Mesela ilk önce yüz yüze görüşmektense telden görüşmeyi tercih eder olmuştuk.
Sonra telefon edeceğimize mesajlaşmayı tercih etmeye başladık falan...
Foer sözünü etmemiş ama beni esas "
özlem meselesi" rahatsız ediyor; özlem hissinin giderek ateşini kaybetmesi...
Üstelik daha keskin bir soru geçiyor aklımdan...
Bu "
tembellik" bizi sert bir statükoculuğa yöneltiyor olabilir mi?
Hasret nedir bilmeyen kuşaklar daha iyi, daha güzel, daha doğru bir hayata nasıl hasret duyacaklar?
Geçmişe dönemeyiz. Mızmızlığın da âlemi yok!
O halde buradan; bu teknolojik gelişmenin içinden başlayarak insani bir çözüm aramalıyız.
Var mı? Varsa nerede?