"Kırk kişiyiz birbirimizi tanırız"ın dar alanlarında paslaşarak...
İtişe kakışa...
Geceler boyu birbirlerine ağlayıp zırlayarak ve her sabah birbirlerini sırtından vurarak...
Birbirlerinin aşklarını, dostlarını, işlerini, fikirlerini çalmanın günahkâr hazlarına bulanarak...
Ve paralı beyazların yanında esmer gibi kalmanın ezikliğini bastırmak için dünyayı ve her şeyi horlayarak...
Ayakta kalmaya çalışmaktan bitkin düşen bir kesim var, malum.
Bir tür "marka giysi" gibi solculuğu kuşanmış bu kesimde yeni bir siyasi hal zuhur etti.
Geçen gün yazdım hani...
Birdenbire sevgi pıtırcığı oldular.
***
Baştan aşağı
proje bir siyasi lidere tutku dolu övgüler düzüyorlar.
Neymiş? Bir kere hiç
azarlar gibi konuşmuyor, hiç kaşlarını çatmıyormuş...
Ne güzelmiş! Çünkü ekranda
özeleştiri yapabiliyor, yanlışını kabul edebiliyormuş...
Etrafına
sükûnet ve ağırbaşlılık aşılıyormuş...
Ha! O siyasetçinin ardında
muarızlarının canını almayı rutin hale getirmiş karanlık bir yapı saklanıyormuş, ne gam!
Sürekli bunları yazıp çiziyorlar.
Kendileri söyleyip kendileri yutuyor ya bu yalanı, başkalarının da yutacağını sanıyorlar.
***
Keşke kelimeler gerçekten kandırabilseydi bizi, keşke kelimeler iyi ve güzel bir dünya kurabilmemize yetseydi...
Keşke kelimelerle barış kurulabilse, siyaset keşke sadece kelimeler dünyasına ait bir şey olsaydı...
Ama o yok öyle bir şey!
İnsan bazen bu
Cihangir özgürlükçülerini, Nişantaşı demokratlarını, Doğan medyası pıtırcıklarını karşısına alıp sormak istiyor...
Siz halkın o siyasetçinin boncuk boncuk terlediği günü ve
talimat geldiğinde ağzını nasıl bozduğunu unutacağını mı sanıyorsunuz?
Daha da ötesi...
Bizzat
kendi varlığınızın, her hal ve tavrınızın, hele bu buram buram
sahtelik kokan siyasal heyecanlarınızın size benzemeyen insanlara yönelmiş çatık kaş, azarlayan ağız, horlayan göz olduğunu ne zaman anlayacaksınız?