"Rusya'ya ve Ortodoks Kilisesi'ne inanıyorum" der Şatov.
Delirmiş gibi "İsa'nın ikinci gelişinin Rusya'da olacağına inanıyorum" diye mırıldanır.
Stavrogin sorar o zaman: "Peki ya Tanrı? Tanrı'ya inanıyor musun?"
Duraksar Şatov...
"Ben... Ben... Ona da inanacağım."
***
Hoppala, niye Ecinniler'in bu sahnesiyle yazıya başladın, diye soracaksınız şimdi.
Pazar günü güncellikten azıcık uzaklaşıp yüzümü edebiyata yönelteyim istedim.
Eh, bu sahne de Dostoyevski'nin hem kişisel hem de eserlerinin dünyasındaki temel meseleyi çok iyi anlatır.
Fakat konuyu açmamın esas nedeni şu...
Malum, geçenlerde bizim "sol aydınlar" ve seküler okur yazarlarımızın Dostoyevski övgüsünün gösterişçi bir palavradan başka bir şey olmadığını söylemiştim ya...
Bozulmuşlar.
Bozulsunlar. Gerçek bu!
Din konusunu "aydın olmak" dedikleri hale yakıştıramamış adamlar kendileriyle yapılan söyleşilerde "En çok Dostoyevski'yi severim, onun romanlarını başkalarına değişmem" diyorlar.
Bu yalan değilse, aymazlıktır.
Onlara sesleniyorum...
Dürüstçe kalkıp deyin ki...
İlkokuldan beri klasikleri beğenmenin kültürlü bir okuryazar olmanın kuralı olduğunu öğrettiler; önümüze de en çok Dostoyevski'yi koydular. Okurken çok sıkıldık ama sorulunca da adlarını vermeyi alışkanlık edindik!
***
Kendi çağında kimse Dostoyevski'nin romanlarının
materyalizme ve her yere yayılmaya başlayan Batılaşmaya karşı Slav Hıristiyanlığının bir cevabı olduğundan kuşku duymamıştır.
Onun romanları ve düşüncelerinin politik çerçevesinden kopartılarak
varoluşçu yorumlara konu olması çok daha sonraya; geçen yüzyılın ortalarına aittir. Fakat varoluşçular da Dostoyevski yorumlarını inanç ekseni üzerine kurmuşlardır.
Şatov'un elbet Tanrı'ya da inanacağını mırıldanışındaki derin ürpertiyi hissetmeyip
o sahneyi fıkra gibi okuyanlar bir tek bizim aydınlarımızdır. Haksızlık edip abarttığımı sanmayın; bunları bana yazdıran şey yaşadıklarımdır.
***
Türk (sol-seküler) aydınının derme çatma bir kurgu olduğunu anlatmak için bu konu üzerinde o kadar duruyorum.
Kalbi vardır ama ona gökten zembille düşmüş muamelesi yapar!
Halkı vardır, sürekli aptal yerine koyar.
Namusludur, vicdanlıdır, insana ve hayata değer vermek için çabalar ama bu hasletlerinin kaynakları üzerinde durmak yerine o kaynakları yok saymayı veya sabah akşam hırpalamayı "
kültür" sanmıştır.
Bir tür
eğitim zayiatıdır ve artık bu yanıyla hesaplaşmasının zamanı gelmiş geçmektedir.
Ha şu da var!
Gerçekten bilseler, o noktaya dikkat etseler...
Özellikle
Kemalist aydınlar Dostoyevski'yi belki
o korkunç Osmanlı düşmanlığı yüzünden severler miydi?
Sanmam. O kadar da uzun boylu değil!