Bir film düşünün...Başrolünde bir otomobil var.
Bir aile arabası.
Garajdan çıkıyor, çocuğu okula, anne babayı işe götürüyor; geri dönüyor, bazen uzun uzun yıkanıyor.
Bir de telefon tabii.
Kamera sık sık bu cihazı gösteriyor.
İçinizden "Ne saçma!" diye mi geçirdiniz? Niye? Dönüp kendi hayatımıza baksak...
Yalan mı? Başrolde telefonlarımız yok mu?
Ve saat...
Saatin alarmı çalıyor.Uyanma vakti. Yataktan çıkılıyor. Diş fırçalama vakti. Diş fırçası perdede dişini fırçalayan insandan daha çok yer kaplıyor.
Şöyle bir düşünün...
Abartma mı bu?
Hele televizyonlarımızın evdeki yeri ve değerinin evde yaşayan bizleri nasıl ezdiği gerçeğini de buna eklerseniz...
Veya hayatı yaşamaktansa, TV'den izlemenin heyecanını mesela...
Yönetmenin haksızlık ettiğini söyleyebilir misiniz?
Hayır!
Ama çok boğucu ve alabildiğine soğuk bir film derseniz, bakın işte bu doğru!
Zaten 1989 yapımı bu filmin yönetmeni Michael Haneke de şöyle diyor: "İnsanlar perdede gerçekle karşılaşmaktan hoşlanmazlar.
Tüketilmeye müsait hikayeler isterler."
Sadede geleyim...
Birkaç hafta önce, "Pazar notları"mdan birinde şöyle diyordum...
"Bir gün gelip sahip olduklarımızın hepsini çöpe atsak, sahiplenme duygusuyla sevdiğimiz ne varsa kendi hallerine bıraksak... Boş, bomboş kalırız. Çünkü hep sahip olduklarımızla var olduk ama hiç 'ol'madık."
Bunun üzerine sevgili dostum Bülent Korman bir mesaj attı: "Haneke'nin Yedinci Kıta adlı filmini izledin mi?"
Hemen izledim. Girişte sözünü ettiğim film o işte!
Der Siebente Kontinent (Yedinci Kıta) usta yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi.
Kariyer sahibi anne baba ve çocuktan oluşan modern çekirdek ailenin nesnelere ve rutine hapsolmuş hayatı anlatılıyor.
Öyle bir aile ki...
Duyguları var gibi de, aslında yok!..
İlgileri var gibi de, hemen dağılıyor...
İşler tıkırında gidiyor ama aslında anlamsız...
Sonunda nesnelerin tahakkümünden kurtulmaya karar verip her şeyi kırıp dökmeye başladıkları sahneler öylesine sarsıcı ki...
Dikkatinizi çekerim; bankadan çekilen kredi paralarının klozete atıldığı sahnede Cannes film festivali izleyicisi salonu terk etmiş.
Evdeki makinelerin parçalanmasına, "hayat belirtisi" gösteren tek nesne olan akvaryumun kırılmasına falan tahammül eden Cannes seyircisi paraların boşa gitmesine dayanamamış.