"Geçen Babalar Günü'mde çekmeceden babamın fotoğrafını çıkardım.
Uzun uzun baktım ve gözyaşlarımı tutamadım. Annem halimi görseydi, inanmazdı.
Gençlik yıllarım babamla kavgalı geçti.
Her konu aramızda çatışmaya yol açıyordu. Birbirimizi hiç anlamadığımıza emindim.
Sonra evlendim. Babamla çatışmam duruldu. Hani denizde fırtınadan sonra müthiş bir durgunluk olur, öyle. O süt liman ilişkimiz de garipti. Çatışmıyorduk ama doğru düzgün konuştuğumuz, bir şeyleri paylaştığımız da yoktu.
Epey sonra, babamın kendisi ve hayatla kavgasını anlamaya başladım. Meğer aramızdaki olay bir karakter çatışması değilmiş!
Meğer bir yandan ekmek parası kazanıp bir yandan bize kol kanat gerebilmek için ne zorluklara göğüs geriyormuş babam!
Anladım ki, babasıyla bir şeyler paylaşabilmesi için oğulun da ona doğru hamle yapması gerekirmiş.
Şimdi yaptığım her şeyin, söylediğim her sözün, hatta davranışlarımın bile babama benzediğini görüp şaşırıyorum.
Babamı bu hayattan uğurlayalı çok zaman geçti. İsterdim ki, şimdiki hislerimi ona da aktarabileyim. Ağlayışım bundandı."
Bu sözler yıllar önce aldığım ve bir kenara not ettiğim okur mektubundan.
Ara sıra döner bakarım o notlara.
Kendi babamla ilişkim de bu satırlarda yazılanlara çok benzer. Yani önce çatışma, sonra ağır ağır uzlaşma ve biraz geç de gelse, derinden anlama süreci...
Şimdi ben de giderek babama ne kadar benzediğimi şaşkınlıkla fark ediyorum. Oğulların kaderi bu!