Sizi bilmem ama kendimi aldatmayı daha fazla sürdüremem.
Yaşadığımız şehirler, caddeler, sokaklar, evler değişir ama biz insanlar duyuşumuzla, düşünüşümüzle, tasalarımız ve sevinçlerimizle, güzel ve çirkin bildiklerimizle, dünyayı kavrayışımızla hep aynı kalırız, denir ya hani...
Yanlış!
Çünkü eşyalarla ilişkimiz bile zihnimizin işleyişini değiştiriyor.
Zaten bu gerçeği hepimiz biliyoruz da, kurcalanmasındansa, aldatıcı bir örtüyle üstünün kapanmasını tercih ediyoruz.
Bıraktım yüz yıl öncesinin insanını...
Otuz yıl öncesinden bile farklı korkuyor, farklı biçimde umut ediyor, farklı seviniyor, farklı üzülüyoruz. Yalan mı?
***
Bunu en sarsıcı biçimde çok sevdiğim
Ziya Osman Saba şiirlerini okurken hissediyorum.
İyi şairdir, vasattır, şudur budur meseleleri hiç ilgilendirmiyor beni. Fakat "
iyi" bir insandır ve şiirleri üzerinden bir yüzyıl dahi geçmeden kaybolmaya yüz tutmuş bir hayat tarzının "
iyiliği"ni yansıtır.
İçimi inceden yakan derdi bu şiirlerden yola çıkarak sizinle paylaşabilirim belki...
Geçen gün
Batı Ataşehir'in dev binaları ve caddelere kapalı yüksek duvarlarını gören bir kafede oturup
Ziya Osman Saba okudum.
Önce şu mısralara takılıp kaldım: "
Ey ölü, az daha yaşatmak isterdim seni/ Habersiz bırakıp gittiğin evde/ giysen hazır duran terliklerini,/ odalarda dolaşsan, öksürsen/ Toplasan bu yaz da bahçende yemişleri..." (Bir Ölünün Arkasından)
Sonra da şunlara: "
Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı/ Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu/ Arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu/ Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım." (Evim, Karım, Çocuğum)
Ve dışarıya baktım.
Bir kez daha anladım ki,
Saba'nın anlattığı dünya ışık hızıyla uzaklaşıyor bizden.
Dünya dediğim, yanlış anlaşılmasın sadece eşyaların değil,
zihnin ve kalbin dünyası...
İtiraf edelim ki, bunun bizim hangi dünya görüşünden, hangi hayat tarzından, hangi kimlikten olmamızla da bir ilgisi yok!
Yazıyı burada kesiyorum ama isterim ki internetten falan bulup
Saba'nın o iyilik, alçakgönüllülük ve sabırla bezenmiş şiirlerini okuyun.