(Köşe yazarlığı öyle bir şey ki, asla otomatiğe bağlayamıyorsunuz. Hele bir de kendi sıradan hayatınızda zihninizi dağıtacak bir gelişme olmaya görsün, bir marangozun kolunun burkulması, bir piyanistin parmaklarının uyuşması gibi bir durumdur bu.
Bir süre sonra geçer ama o an kriz yaşanır! Bugün öyle bir günümdeyim fakat köşemin boş kalmasına da gönlüm razı gelmedi; izninizle köşeme 2007 yılından bir yazımı hafifçe güncelleyerek aktarıyorum.)
Genç bir arkadaş odamın kapısında beliriyor.
Laflıyoruz.
Yakın bir tanıdığının hastalığına geliyor konu.
Gözlerinden yoğun bir hüzün bulutu geçiyor.
"Durumu görünürde iyi ama doktorlar altı ay veriyorlar" diyor; "bunu bilse ne yapardı?"
Ardından aynı gözlerde pırıltılar beliriyor:
"Ben olsam tatile çıkar, dünyayı gezerdim!" "Ne olacak ki!" karşılığını veriyorum, "gezdiği dünyayı yanında götürmeyecek!
Gezerken özel olarak mutlu olmayacaksa, anlamı yok bu şeylerin!"
Duruyor. "Gerçekten de öyle!" diyor; "Bu yönden hiç düşünmüyoruz!"
Genç adam gittikten sonra düşüncelere dalıyorum.
Ne garip!
"Şu kadar ömrünüz kaldığını öğrenseniz, ne yaparsınız?" sorusunun yarattığı heyecan hiç bayatlamıyor.
Oysa biliyoruz; böyle durumlarda insanlar çoğu zaman tıp sektörünün direktiflerine uymaya devam ediyorlar.
Farka dikkat! Hayata değil, ölüme değil, tıp sektörüne!