Popüler kültürümüzde giderek efsaneleşen "İçimizdeki çocuk" deyimi beni hep rahatsız eder.
O çocuğun şu yaşımda davranışlarımı ve tercihlerimi yönlendirmesini istemem.
Zaten hüzünlü, fena halde sıkılgan ve sakin bir çocuktum. Ondan içimde kalanları hoş tutmaya kalkışsam ne olur! Buna kanmaz ki!
Boynunu eğip gülümser. O kadar!
Tezer Özlü'nün bakışına daha yakınım. Her yetişkinin içinde bir çocuk cesedi vardır. Madem ki, ölmüştür veya öldürülmüştür. Onu "zombi"leştirmek haksızlıktır.
***
İkide bir "
içimizdeki çocuğu" pohpohlamaya kalkmaktansa...
Ve böyle böyle arsız, şımarık ve bencil bir
çocuksuluğun ardına sığınan insanlar olma tehlikesine gözlerimizi kapatmaktansa...
Biliyorum, zor ama...
Yetişkinliğin gerçeği ve yükleriyle barışsak daha doğru olmaz mı!
Tamam! Yetişkinlik dediğimiz, derin bir
yenilgidir aslında.
Pascal Bruckner'in ifadesiyle, "
yetişkinlikte dünyayı yenme arzusu yavaş yavaş durulur, onun yerine arzuları yenmeyi öğreniriz!"
Ama olgunlaşmanın da başka bir yolu yoktur.
***
Hep canlı tutmamız gereken şey, "
içimizdeki çocuk" falan değil, başka bir şey.
Daha en başlarda kazandığımız güzeller güzeli bir yeti bu.
Hayret...
Bakmak, görmek ve gördüğüne şaşabilmek yani!
Hakiki merak ve hakiki bilgi ancak "
hayret"in ardından gelebiliyor.
Bilginin ve bilgiden bilgeliğe geçişin yolu "
hayret"ten geçiyor.
Peki kimler hayret edemez?
Sanırım
Dücane Cündioğlu'nun bir yazısında okumuştum. Zamanında "
Çok aptallar ve zekâlarına güvenenler hayret edemez" diye bir not düşmüş
Descartes.
Şu "
zekâsına çok güvenenler" şıkkı üzerinde durmalı.
Günümüzün aptalları onlar, değil mi?