Uzun bir misafirliğin ilk sabahı bu kadar mı güzel başlar! Kuş cıvıltıları, sıvası dökülmeye yüz tutmuş duvarlardan taşan hanım ellerinin baygın kokuları ve yağmurdan sonra ağır ağır açan güneş...
Oysa ben onun keskin nem ve küf kokusuna da razıydım.
Ne garip! Hatırlıyorum da, gençlik yıllarım Venedik'e gelip gidenleri; şehrin güzelliğini göklere çıkartanları küçümsemekle geçmişti.
Öyle ya, bir yandan tuzlu su, bir yandan "turizm vebası" denen kaçınılmaz felaket şehri yiyip bitiriyordu.
Güzel olan ne varsa, o kadar çok resmedilip çoğaltılmıştı ki, her şey "hakiki"liğini yitirmiş gibiydi.
Ben de o "kartpostal"ın içinde olmak istemiyordum.
***
Sonra bir şey oldu!
Bir
çarpışma sanki ve ardından gelen
haz dolu teslimiyet!
Anlayacağınız,
Venedik'e tutuldum.
Çok güçlü bir duygu bu.
Uzaktayken onun gündoğumu ve batımlarını hayal ediyorum.
Bir de
seslerini...
Vaporetto'ların homurtuları, valiz tekerleklerinin tıkırtıları, ahşap panjurların açılırken çıkardığı gıcırtılar ve yakındaki kafeteryadan gelen esspresso tabaklarının çınlama sesleri.
***
Neyini seviyorum bu şehrin?
Suyla içli dışlılığını mı? Hayır!
Tamam!
Büyük Kanal hâlâ eşsiz bir sanat yapıtı sayılabilir! Hele küçük kanallar ve
evlerin suya açılan kapıları yok mu, beni hâlâ afallatıyorlar. Bunlar doğru! (Ama sakın!.. Sakın, gondollardan ve o türden yapmacıklıklardan bahsetmeyin bana!)
Ben bu şehri yürürken ve yürüyüş yollarıyla seviyorum.
Yan yana iki kişinin zor geçtiği, sert köşeli, dolambaçlı, bazıları sadece bir kapıya veya duvara çıkan, birçoğu minik köprülerle birbirine bağlanan yollarında dolaşırken zihnim çok tatlı bir sarhoşluğa esir oluyor ki, tarifi zor.
Arabalar yok, bisiklet bile yok.
Yalnızca ayak seslerimiz ve biz.
***
İşin özü şu...
Bu şehir bir labirent!
Ve ben oradan çıkmak istemiyorum!
Öyle bir labirent ki,
yol sürekli kaybediliyor ama eninde sonunda gidilecek yere varılıyor!
Bir
oyun sanki!
Bir
ayin hatta! Özellikle de karanlık çöktükten sonra...
İtiraf edelim ki,
bizde labirent duygusu uyandıran şeylere derinden bağlanırız.
Mesela
dünyaya ve
kadınlara!
***
Şu an
Zattere'deyim.
Şehri oluşturan ana ada parçası ve su yolları arkamda kaldı.
Önümde uzanan geniş
Guidecca Kanalı'nda müthiş bir deniz trafiği var.
Feribotlar, mavnalar, deniz taksileri...
Venediklilerin protesto ettiği dev yolcu gemileri de bu kanaldan geçip
Adriyatik'e açılıyorlar.
Dondurmacı Niko'nun masalarından birinde, bir fincan cappucino eşliğinde bu satırları yazıyorum.
Köşeme ara vereli bir hafta olmuş.
Ah! Bu kez de içimde
İstanbul özlemi büyüyor ki, aman Allah!
Özlemek... Sevmenin ta kendisi, değil miydi!