Üzerinize afiyet, iki gündür yatıyorum.
Üşütmüş müyüm, yoksa münasebetsiz bir bakterinin işi mi, bilmem! Çok da kafamı takmıyorum.
Bana bakan hülyalı bir çift güzel göz, bilgisayarım, kitaplarım, üzerinden bir yere kıpırdayamadığım koltuğum, ara sıra tülleri uçuşturan rüzgâr, bulutların arasından sıyrılan güneş ve ben...
Daha ne isterim!
Mutluyum. İyileşmeyi erteleyebilirim.
Ama düşünüyorum da...
İlaca da ihtiyaç varsa hani...
Antibiyotikler falan bir tarafa...
Günde bir öğün o sokağa gitmek, o masalardan birine oturmak, eşle dostla sohbet etmek de gerek!
Ve bir de sinkonta yemek gerek!
O zaman iyileşirim işte!
***
Sinkonta da nereden çıktı, diyeceksiniz.
Bildiğim kadarıyla Arnavut göçmenleri arasında
"mızmız, gıcık" tiplere sinkonta denir ama bu sözünü ettiğim bir yemek.
Bir kabak yemeği.
Alaçatı'da bu yılın en güzel sürprizi olan
Asma Yaprağı lokantasında
mutfağın sultanı Ayşe öyle bir
sinkonta yapıyor ki, parmaklarınızı yiyorsunuz.
Küçücük tabakta büyük tat.
Yalınlık ve derinlik.
Gerçekte, zar gibi kesilmiş Girit kabağı dilimleri, soğan ve salçalı sos.
Hepsi bu mu?
Yok!
Tabii ki, sadece bunlardan ibaret değil!
***
Hiçbir yemeğin tadı sadece malzemesinden veya pişirme becerisinden oluşmuyor.
Fazlası gerek!
Lokantalar için de aynı şey geçerli!
Kuru kuruya aşçı becerisi ve servis kalitesi puanlayan televizyon programlarını, gazete yazılarını anlamakta zorlanıyorum.
Doğrusu, gourmet'lerin lezzet fetişizminden artık size de fenalık gelmedi mi! Bence bir yemeği gerçekten güzel kılan şey bizde yarattığı
şükür duygusu ve dünyaya yönelik sevgimize kattığı güçtür!
İşte buraya net biçimde yazıyorum...
Her tat, bizi
"hayatın tadı"yla tanıştırır, barıştırır.
Sinkonta'nın tadı dediğim de bu aslında!