Perşembe günü, saat 19.40. Akşam trafiği felaket! Direksiyon başındayım ama aklım uçmuş gitmiş bambaşka şehirlere...
Yandan bir korna sesi! Bir taksi. Dar yolda hafifçe burnunu sağda şerit oluşturan arabaların arasına sokmaya çalışıyor.
Şoför kafasını eğmiş camı açmamı istiyor. "Hayırdır" deyip indirdim camı.
Nedenine akıl ermez ama bağırıp çağırabilir, hatta küfür de edebilir! Trafik hali ya!
Ama o gayet kibar biçimde "kusura bakmayın" dedi; "biraz zorladım, çünkü öndeki arabayı takip etmek zorundayız. Teşekkür ederim!"
Öyle bir gülümsemişim ki, yüzümdeki o ifade eve gidinceye dek sürdü.
Böyle bir trafik diyaloguna bir daha ne zaman rastlarım?
On yıl sonra, belki.. mi?
***
Biliyorsunuz...
Trafik sıkışmaya görsün;
herkes dört tekerleğinin kapladığı birkaç metrelik mesafeyi babasının tapulu malı gibi savunur.
Kim şerit değiştirmek zorunda kalsa, kim başkalarından yol istese, geçit yok!
Sanırsınız alıp eve, tatile, mezara götürecekler o taş çatlasa altı metrelik mesafeyi!
Oysa bulundukları şeride değil altı araç, altmış araç dışarıdan dahil olsa, ne fark eder ki!
Sonunda yine de duran trafik, duran trafiktir! Açıldığında da herkes gideceği yere gider, başkasına yer veya yol verdi diye kimse yolda kalmaz!
Ama bu iş akıl mantık işi değil!
Ruhumuza kazınmış şeyler var.
Metropolleşmenin
"birey" ve
"yurttaş" olmayı hızlandırdığı söylenir! Bu tezler bizde pek teorik kaçıyor. Hatta hüsnü kuruntu, deyip geçmek gerek!
İstanbul'a bakıyorum da, sanki herkesi "
gemisini kurtaran kaptan" olmaya çağırıyor!
Ve gün boyunca bastırdığımız
eziklik duygumuz trafikte patlak veriyor. Birden
bencil ve
kabadayı oluveriyoruz!
Çıkış var mı? Bu konuda kötümserim!