Telefonla konuşmaktan git gide kaçar oldum. Bazen eşe dosta ayıp oluyor, farkındayım. Ama neredeyse elimde değil! Neden? Yanlış anlamaktan, yanlış anlaşılmaktan mı, yoksa sözlerin anlamının seslerin arasında kaybolup gitmesinden mi korkuyorum? Belki! Ama şu da gerçek ki, artık çalan her telefon zili "acil durum" endişesi uyandırıyor bende. Ah şu mesajlaşma denen şey! Nasıl da derinden çekici bir haberleşme yöntemi! Nasıl kökten etkiledi tutumlarımızı ve duygularımızı! Mesajlaşmayı sevdikçe, telefonda konuşmaktan soğuyoruz!
***
Cepten mesajlaşmak: Haberleşiyorsun ama kendi kendinesin! Hatta şöyle de denebilir; parmaklarının tuşlara uzandığı her seferinde "güç sende!"
***
İki gündür aklıma geldikçe gülüyorum. "Huzur" la ilgili yazımda "şuncacık ömrümde" diye bir laf etmişim. Henüz 20'lerini aşmamış bir yaş diliminden söz eder gibi... Nedense artık ve nasıl bir dil sürçmesiyse! Oysa tamamdır! Yeterince uzun sürdü! Gerisi Tanrı'nın bileceği iş!
***
İstanbul'da yaşamak değil, İstanbul'u özlemek istiyorum. Yani aslında onu tekrar sevmek istiyorum.
***
Benliğim yekpare bir bütün değil, bir tutkal! Çoktan ayrılmaya başlamış parçaları bir arada tutmaya çalışıyor. Kırgın serseri, aşırı alıngan ergen, kol kanat germekten yorgun düşmüş baba, hayal kırıklıklarına tutkuyla bağlı âşık, "giz"ini kaybetmiş gizemci ve daha ne çok şey... Hepsini bir arada tutmak ne zormuş!
***
Mutluyum! O yüzden "Haşmet'in nesi var, son zamanlarda pek iyi değil galiba?" diye soranlar çoğaldı. Dikkat edince görüyorum; bu kişiler mutluluğun büyük marifet olduğuna kendilerini inandırmış mutsuzlar!.. Oysa ne olmuş ki! İster mutlu ol, ister mutsuz; bizim evrenimiz hüzün evrenidir! Zamanın acımasızca hükmünü sürdüğü ve ayrılığın mutlak olduğu yerde; "gurbette" yaşıyoruz nihayetinde!