İstanbul Ataşehir'deki bir şehirlerarası otobüs terminalindeyim.
Ortalık ana baba günü.. Birazdan asker uğurlanacak.
Endişeli bir enerjiye kapılmış oradan oraya koşuşturan gençler...
Yüzleri kâğıt beyazı anneler, suskun babalar... En geride durup dudaklarını ısıran nişanlılar, sevgililer...
İki otobüs aynı anda kalkacaklar. Yolcular yerlerinde, muavinler hâlâ açık kapının basamağında tetikte, sürücülerin elleri direksiyonda...
Ama bir delikanlı grubu otobüslerin önünde toplanmış, yola çıkmalarına izin vermiyor. İstiklal marşı okunuyor önce...
Yetmiyor, "Dağ başını duman almış" ekleniyor.
Başka marşlar akla gelse onlar da okunacak! Yeter ki, zaman dondurulsun! Yeter ki, tekerleklerin dönmesine, askerin gitmesine izin verilmesin!
Sağ eller havaya kalkıyor, bozkurt işareti yapıyor kimisi... Avuçları açık duruyor kimisi, belki heavy metal işareti, belki "ey Allahım duy sesimizi" anlamında kaldırıyor kimisi ellerini...
Gönüller razı gelmiyor işte!
"En büyük asker bizim asker" diye bağırılıyor ama... Ne ana, ne baba, ne arkadaş yüreği kötü ihtimallerin varlığına katlanabiliyor!
Kahrolası kaygılar boğazları düğüm düğüm yapıyor.
Altına eşofman çekmiş, üzerine hırkasını giymiş, soğuktan mı, yoksa içindeki huzursuzluktan mı bilmem; tir tir titreyen bir kızla göz göze geliyoruz.
İki damla yaş yanaklarında asılı kalmış. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı.
Otobüslerin sürücüleri korna çalıyor.
Çünkü yola çıkma vakti geldi de geçiyor bile.
Sanki buz kesiyor ortalık!
Sonra slogan kılığına girmiş bir "dua" başlıyor: "Bu asker gidecek, sağ salim dönecek!"
O anda hamaset bitiyor. O anda uğurlama töreninin bıçkın delikanlılarını keskin bir hüzün esir alıyor.
Gözü yaşlı genç kız bana yaklaşıp anne babasının duymasını istemediği bir sesle soruyor: "Sen gazetecisin, bilirsin ağabey; bu terör biter, kan durur mu?"
Hangi söz umutlarımıza vurulan darbeyi aşıp bu kızı teselli edebilir? Bilmiyorum. Böyle çırılçıplak bir soruya cevap vermek siyaset söylevi çekmeye benzemiyor.
Susup gözlerimi yere çeviriyorum!