Size deselerdi ki...
Sevgilinizle bir araya geldiğiniz her saniye büyük mutluluk yaşayacaksınız...
Fakat beraberliğiniz kısacık zaman dilimlerine sığacak...
Ayrılıklarınız daha uzun ve sık olacak...
Öfkeleneceksiniz buna bazen...
Yine de her kavuşmanız eşsiz bir sevinç ve tatmin getirecek...
İster miydiniz böyle bir ilişkiyi?
Cevabı zor, değil mi!
Ancak böyle bir şey başımıza geldiğinde bir noktayı net biçimde biliriz.
Bu ilişkinin baştan aşağı aşk olduğunu...
Çünkü aşk, bütün zorlama tanımları bir yana, özlemdir.
***
Yukarıda anlattığım türden bir hikâyesi var
Zaman Yolcusu'nun Karısı (The Time Traveller's Wife)filminin...
İnsanın içini burkacak kadar etkileyici bir hikâye!
Keşke daha yaratıcı ve sağlam bir yönetmenin eline düşseydi bu hikâye!
İddia ediyorum, Benjamin Button kadar olay yaratırdı!
Ama olsun!
Her sahnede içimden dedim ki,
iyi ki, filmin adının yarattığı ucuz çağrışımlara aldanmayıp seyretmeyi seçmişim...
***
Audrey Niffenegger'in romanından uyarlanan senaryo bir tür bilimkurgu hikâyesi.
Ya da nesnel gerçekliğe aldırmayan
bir modern masal diyelim.
(Atilla Dorsay gibi işin bilimkurgu tarafını ciddiye alıp sonra da filmi "en zırva ve sahte film" olarak damgalamanın ne âlemi var!)
Konusu şöyle..
Adam genetik bir bozukluk yüzünden zamanda ileri geri hareket ediyor. Üstelik kontrol edemiyor bu özelliğini, her şey iradesi dışında gerçekleşiyor.
Zaman yolculuklarından birinde 6 yaşındaki Clare ile tanışıyor. Küçük kız ona
inanıyor. Sonra yıllar sonra Clare ile karşılaştığında birbirlerine âşık oluyorlar. Evleniyorlar.
Fakat ne yazık ki, adamın zaman yolculukları sürüyor; olur olmaz zamanlarda ortadan kayboluyor.
Kadın
bekliyor, özlüyor; bekliyor, özlüyor...
***
Ne çok yazdım,
beklemek ve aşk arasındaki bağ üzerinde...
Hatta artık raflarda bulunmayan ilk hikâye kitabımın adı "
Bekle Beni Gelmeyeceğim" di.
Ve sonra
Roland Barthes'ın o müthiş saptaması:
"Âşık mıyım? -
Evet. Beklediğime göre.."
Filmi seyrederken bunların hepsi bir bir zihnimden geçti. O yüzden çok sevdim belki de.
Farkında mısınız?
Tamam, tamam! Kadınlar ve âşık erkekler elbette farkındadırlar.
Bekleyiş... Kendi dışında kalan her şeyi yavaş yavaş
gerçekdışı kılar. Bir şeyi veya birini özlemle beklerken geri kalan her şey gözümüzde anlamını ve elle tutulur olma özelliğini yitirir sanki.
Aşk da böyle değil midir?
Ama ah şu hayat!
Mecburiyetler, görevler, arzular, işler güçler...
Ya
beklemekten bıkılır...
Ya da
kavuşma eninde sonunda
rutine dönüşür.